7 Kasım 2012 Çarşamba

İBN-İ TUFEYL VE HAY BİN YAKZAN ADLI ROMANI




                        İBN-İ TUFEYL




(1106-1185/6)


...(Muhammad ibn Abdul Malik İbn Muhammed İbn Tufeyl el-Kaisi el-Endulusi el Kurtubi el İşbili. )




Endülüslü hekim, hukukçu filozof ve yazar. Tam adı Ebu Bekir Muhammad ibn Abdul Malik İbn Muhammed İbn Tufeyl el-Kaisi el-Endulusi’dir.


Latin dünyasında Abubacer olarak da bilinir. Tanınmış İslam filozoflarındandır.


Granada yakınlarındaki Guadiks'de doğdu ve İbn-i Bacce tarafından eğitildi. Fas'da vefat etti


Felsefe, Tıp, Şiir ve Astronomi ile ilgilendi. Öğrencisi el-Bitruci'nin Ketebau'l- Hey'e adlı Kitabının önsözünde yer alan bir kaydına göre, Pythalamius'un Astronomiyle ilgili teorisini ciddi anlamda sarsacak bir takım gözlem ve düşünceler geliştirdi. İbn-i Rüşd'de "Maverau't-Tabia" adlı eserinde benzer şeyler söyler:" İbnu Tufayl Astronomi konusunda özel ve seçkin bir görüş geliştirdi."


İbn Tufeyl, 1106’da Gırnata yakınlarında Vadiü’l-Aş’ta doğdu, 1186’da Merakeş’te(Fas’ın bir şehri) öldü. İşraki felsefesinin Endülüs’teki en önemli temsilcilerinden biridir. Uğraştığı ve önemli eserler verdiği başlıca konular, tıp felsefe ve gökbilimdi. Günümüze ulaşan ve bütün dünyada tanınmasını sağlayan eseri ise Hayy bin Yakzan ya da diğer adıyla Esrarü’l-Hikmeti’l-Meşrikiye’dir. Dünya da felsefi romanın ilk örneği ve ilk “robinsonad” olan Hayy bin Yakzan, 14. yüzyıldan başlayarak dünyanın bütün belli başlı dillerine çevrilmiş, başta Robinson Crusoe’nun yazarı Daniel Defoe olmak üzere birçok Batılı sanatçı ve düşünürü etkilemiştir. Bacon, Spinoza ve More gibi pek çok düşünür ve sanatçı üzerinde etkili olan Hayy bin Yakzan’ı okumak ve Batı düşüncesindeki etkilerini incelemek isteyenler “Ruhun uyanışı Hayy bin Yakzan” adlı kitaba bakabilirler.İbn Tufeyl’in yaşadığı dönemde (12. y.y.) özellikle Endülüs’te pozitif bilimlerin yanında beşeri bilimler oldukça ilerlemişti. Ortaçağ Hıristiyan batı dünyasının aksine İslam-Endülüs toplumunda bilimsel bilgilerin Kur’an la uyuşacağına dair bir inanç vardı. Bu nedenle Endülüs’te gayri müslimlerin bilime olan katkılarına sırt çevrilmemekle birlikte Kur’an da ki hakikatler çerçevesinde bilime katkılar yapılıyordu. Özellikle tasavvuf alanında oldukça ilerlemiş olan Endülüs toplumu İbn Harabi, İbn Rüşt, İbn Tufeyl gibi mutasavvıflar yetiştirmiş ve bunların görüşlerinin etkisinde kalmıştır. Filozofların temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim e göre Allah’ın ilk yaratığı, yaratığın tohumu olan “akıl”; son yaratığı ise bu tohumun sahibi olan “insan” dır. Yaratığın amacı insandır ve insanda ruhun erdemi nedeniyle insandır. İnsan vücuduyla maddi dünyaya ruhi ile de manevi dünyaya bağlıdır. İnsan, yeryüzünde Allah’ın temsilcisidir ve yaratılmış her şey insanın kullanımına tabii kılınmıştır. Bu temsilciliğin sorumluluğu da bütün insanlığa aittir. Bütün insanlık; her insanın kendisinde mevcut potansiyele ve olanakları harekete geçirmek ve onarlı gerçekleştirmek fırsatına sahip olduğunu göstermek gibi bir kolektif sorumluluk altındadır.





İbn Tufeyl, Hayy bin Yakzan adlı felsefi romanın yazarıdır. Eserde bir adada tek başına kalan bir adamın hakikati keşfi anlatılır.


HİKAYENİN ÖZETİ:


Hayy, Ekvator'un altında Hint Adaları’nın birinde anasız ,babasız bir takım tabii şartların oldukça duyarlı yöntemler ve yollarla bir araya gelişiyle varolmuştur. Topraktan mayalanarak sıcak, soğuk, ıslaklık ve kuruluğun birbirine karışmasıyla. İkinci varsayım ise, geleneksel kültürlerde ve dinlerde çoğunlukla ittifakla savunulduğu gibi Hayy'ın bir anne ve babadan dünyaya geliş hikayesine dayanır. Bol miktarda Qur'ani motifin kullanıldığı bu ikinci varsayımın kendinden türemeye dayanan birinci varsayıma göre İbnu Tufayl'in tercihi olduğu anlaşılır.


İbnu Tufayl'ın birinci varsayıma dönüşünün amacı, ruhun ,bedene girişini, ilahi bilgi, nur ve gerçeklikleri kabul edebilecek yüksek seviyelere gelişini adeta ilk insan Adem'in topraktan yaratılışından yola çıkarak anlatma, bu arada Tabiat Felsefecileri ile bu düşünce arasında uzlaşma kurmak amacıyla bilinçle kullandığı bir malzemedir. Der ki: " Hayy'ın ortaya çıkışı üzerine iki varsayım olduğunu belirtmiştik. Buraya kadar bu iki varsayımı sergiledik. Bundan sonrası için bütün Filozoflar aynı görüşte birleşmektedir"


Başlangıçta onu yavrusu sanarak anneliğini üstlenen Ceylanla olaylar başlar. Yırtıcı hayvanların olmadığı, fakat başta insan olmak üzere diğer canlıların yaşaması için oldukça elverişli tabii şartlara sahip olan bu ıssız adada anne-ceylan yavru-Hayy'ı iki sene bereketli sütüyle besler. Ceylan'ın koruyucu ve şefkat dolu kucağında yetişen Hayy, zamanla annesini taklid eder, onun gibi sesler çıkarır; ancak insan yaratılışının sahip olduğu özellikler ve yeteneklerle fazladan diğer hayvanların ve kuşların seslerini, kendi aralarında anlaşma tarzlarını öğrenir. Burada Süleyman'ın kuşların dilini bilmesi motifine dikkat edilmeli. Ama Hayy, zamanla hayvanlarla kendisi arasında temel bir ayırım olduğu bilincine varır. Onları daha yakından gözlemler, çevresi üzerinde düşünür. Adem'in cennetteki motifine uygun olarak onda ilk uyanan insani duydu utanma olur ve avret yerlerini örtme gereğini düşünerek onlardan farklılaşır.


7 yaşına geldiğinde çevresinin kendisine sunduğu tabii malzemeleri kullanmayı öğrenir; sözgelimi sarmaşıklardan kuşak, ağaç dallarından sopa yapar, ellerini daha maharetle kullanır, becerilerini artırır.


Anne Ceylan yaşlanıp güçten düşünce Hayy artık onu beslemenin, ona bakma sırasının kendisine geldiğini "akl" eder ve ona bir süre bakar. Ceylanın ölümü ile sarsılır. Annesini kaybetmiş bir öksüzün derin psikolojik sarsıntısı içinde ne yapacağını bilemez. Ceylanın ölü vucudunu araştırmaya girişir, onu hareketten kesen şeyin ne olduğunu öğrenmeye koyulur. Amacı hasta sandığı ceylanı iyileştirmek iken, ölüm denilen o müthiş gerçekle karşılaşır ve bu, onu canlılara can ve hareket veren temel, neden fikrine götürür. Hayy, cann/ruh'u keşfettikten sonra, salt cisim ve madde olan beden gözünde önemsizleşir. Demek oluyor ki, bedene güzelliği, canlılığı veren bedenin kendisi değil, kendince kalb'te olan, ama bedeni terkedince herşeyi de beraberinde alıp götüren şeydir. Zaman'la cana karşı değerini iyiden iyiye kaybeden cisim leş olur, üstelik kokuşur. Bu sırada Hayy'ın imdadına kavga eden, sonra biri diğerini öldürüp toprağı eşeleyerek öldürdüğünü çukura gömen iki karga yetişir. Bu, Adem'in iki oğlu motifidir. Hayy, gözlemlerine devam ederken, bütün canlı varlıklarda ve Ceylan'da olan şeyin ne olduğunu düşünmeye başlar. Bu, her hayvan ve bitki türünün çok sayıda bireyleri ve türevleri vardır fikrini uyandırır onda. Şu halde kendisi de bireylerden oluşan bir türden başkası değildir.


Dış dünyada olup- bitenleri gözemler ve deney yoluyla tanımaya çalışırken, onun insani düşünce ve bilgi ufkunu kökten değiştiren bir başka olay da, adanın ormanlık kesiminde- muhtemelen yıldırım düşmesi sonucu olmalı bir yangının çıkması ve Hayy'ın ateşi ilk defa görüp tanımasıdır. Ateş ona inanılmaz bir güç olarak görünür. Çeşitli yöntemlerle ateşle giriştiği ilişki sonucunda onun hem yakıcı, hem ısıtıcı ve hem aydınlatıcı olmak üzere üç özelliğini keşfeder. Ateşi, söndürmeden devam ettirmenin yollarını öğrendikten sonra, günün birinde kıyıya vurmuş cansız bir balığı içine atınca etin olağanüstü bir lezzet kazandığını öğrenir. Böylelikle ateşin dördüncü bir işevini öğrenmiş olur. Bu olay, onun çeşitli hayvanları avlayıp- tabii kendince yenebilecek olanları- ateşte pişirme düşüncesine götürür. Kültürel antropoloji bakımından İbnu Tufayl'in toplayıcılığı avcılıktan önceye aldığını gösterir bu olay. Hayy'da ateş, korku yanında hayranlık ve sevgi duygularını uyandırır. Ama onun ateşle giriştiği ilişki, Hayy'da "ısı ve sıcaklık" kavramının canlılarda ki "can" ile "ateşteki nitelik" arasında dolaylı bir bağ kurulmasına yol açar ki, bu hayvanlarda gördüğü ve onlara canlılık katan sıcak şeyin ateşteki sıcaklıkla benzerlik kurmasının da temel nedenidir. Sonunda hayvanlar üzerinde yeni bir gözlem yapmaya başlar; hayvanların diğer organlarını, bunların durum ve düzenlerini, nicelik ve niteliklerini, canlılıklarını sürdürebilmek için kalbdeki "sıcak" buhardan yararlanma biçimlerini, gövdede kaldığı sürece nasıl kaldığını ve belli bir süre için tükenmediğini araştırmağa girişir.


20 yaşına geldiği zaman, hayvansal ruh başta olmak üzere bu türden epey bilgi edinmiş olur.


Hayvanları bu tabiatın canlı ortamında çok yönlü deney ve gözlemlerde bulunarak araştırırken, Hayy, onlardan daha üst bir aşamada yararlanmayı öğrenir; hayvanların derilerinden ayakkabı ve elbiseler yapar, kıllarından ipler, halatlar elde eder. Hayvanlar üzerindeki araştırma ve çalışmaları, çok geçmeden onları evcilleştirme düşüncesini doğurur onda. Hatta hayvan boynuzlarını ateşte kısmen eriterek ya da yontarak aletler, silahlar elde etmeyi öğrenmek de O’nun vaktini almaz.


Hayy'da bu aşamada doğacak temel düşünce bütün canlılarda görünmeyenin birliğidir. Gündelik hayatını düzene koyup da teorik araştırmalarını gözlem ve deneylerle birleştirince, kevn ve fesat olan maddi tabiatın varlık dünyasını, hayvan, bitki, maden, taş ve toprakları, bunların türlerini ve niteliklerini daha yakından ve bir takım sonuçlara varmak amacıyla araştırmaya başladığını görüyoruz. Artık Hayy'ın gözünde bütün nesneleri özgün kılan, birbirinden ayıran özelliklere baktığında evren sayılamayacak çoklukta yeni bir tezahüre kavuşur. Paradoksal bir şey ama doğru: bir yanda birlik, öte yanda çokluk. Kesret'te vahdet. Ancak varlıklar, yalnızca etkilerinin ayırımıyla birbirlerinden farklılaşıyorlardı. Kendi organları, çokluk olmakla birlikte, insani-ruh denen bir özde birlikte asıl ifadelerini bulmuyorlar mıydı? Bir adım daha atınca, türlerin bireyleri, iç ve dış yapıları, duyum ve davranışları bakımından benzeşiyorlardı. Ama türlerin bireylerinde ayrı ayrı bulunan ruh, aslında tek bir ruhun parçalarından başka bir şey değildi. Adeta değişik kaplara dökülen aynı su gibi, ruh da yüreklere dağılmış gibiydi. Şu halde ruha ilişkin çokluk, bulunduğu yerin çokluğudur.


Hayy, tüm hayvan türlerini tek bir ruha indirgedikten sonra, ve defa bitkileri gözlemler. Bitkilerde de tıpkı hayvanlarda olduğu gibi ortak bir ruhun varolduğu sonucuna varır. Ancak burda da durmaz ve bu sefer iki cinsi birlikte düşünmeye başlar. Görür ki, bitki ve hayvanlar arasında ortak bir nitelikte ifadesini bulan bir birlik vardır; ama bu nitelik hayvanlarda belli bir yetkinlik kazanmışken, bitkilerde daha düşük bir düzeyde kalmıştır.


Gözlem, akıl yürütme, kıyas ve mantıksal çıkarımlara dayalı araştırmalarını ve düşüncelerini ilerletir. Cansızları gözler. Bir uzama sahip olan cisimler, soğuk, sıcak, renkli ve renksiz gibi bazı özellikleriyle yani nicelikleriyle birbirlerinden ayrılıyorlar. Ama aralarında sürekli bir değişme ve dönüşme de var. Ancak, "bitki ve hayvanları ilk bakışta kendiliklerinden kaynaklanıyor gibi görünen sözkonusu eylemlerden soyutlayarak düşününce onların da sonuçta bir tür nesne oldukları" görülüyor.


Bu nesnelerin gerçekte tek bir varlık oldukları sonucunu doğurmaz mı? Demek oluyor ki tüm nesneler birdir. Aralarında hareket türünden farklılık varsa bile, bu özellik onların cisimliklerinden değil, ilave, artık bir nitelikten kaynaklanıyor olmalı. Bunun yanında her cisim kendine ait bir biçime (suret) sahiptir. Hayy'ın cisimlerin biçimlerine ilişkin vardığı bilgi, akledilebilir varlık dünyasında ulaştığı ilk bilgidir. ( Aristoteles’e gönderme olabilecek bir düşünce). Hayy, çok geçmeden madde kavramını da keşfeder ve her cismin madde ve suret'in birleşmesinden meydana geldiğini anlar. Madde hiç değişmediği halde, form sürekli değişiyor, kendine özgü etkilerle kendini gösteriyordu.


Bu serüven O'nu Allah fikrine ulaştırır. Hayy, şimdiye kadar bir bakıma zaruri bilgilerle bu sonuçlara varmıştı; ama aslında yaptığı kesin ve kapsamlı gözlemler, tekrar etmekten bıkmadığı deneylerde onun bu sonuca ulaşmasında önemli pay sahibidir. Her yaratılmış olan için bir Yaratıcı varlığın bulunması kaçınılmazdır. O güne kadar bütün öğrendiklerini bu bilgi ışığında yeniden gözden geçirince, bunların tümü de muhdes şeyler, mahluk ve nesneler olarak ortaya çıkar. Şu halde bunları kesin olarak yaratan Aşkın bir Güç vardı. Bu arada suret ile ilgili görüşünü yeniden ele alınca bütün biçimlerde ulaştığı aynı sonuca göre, önceleri biçimden kaynaklanır sandığı etkilerin gerçekte biçinden değil, biçimi bir araç gibi kullanan bir Varlığın eseri olduğunu anlar. Bu Varlık aşkındı, ilk nedendi, temel ilkeydi ve zorunluydu (İbnu Sina'nın Vacibu'l-Vucud tanımına gönderme)


28 yaşında Zorunlu Varlığı tanıma isteğinden başka daha önemli bir şey kalmamış gibiydi. Tabii henüz duyular dünyadan kopamadığı için bu varlığı duyularla tanımayı tasarlıyordu, üstelik "bir" veya daha çok mu olduğunu da kesin olarak bilemiyordu.


Hayy, Yaratıcı Özne veya Mutlak Varlığı uzayı dolduran kozmik olaylarda aramaya iten neden, gözlediği sonlu, sınırlı ve üç boyuta sahip cisimler dünyasının yetersizliğidir. Ne var ki, Hayy, daha ilk gözleminde gök cisimlerinin de üç boyutlu özelliğini tespit etmiştir. Öyleyse bir uzama sahip olan her şey bir cisim olduğuna göre, yıldızlar ve felekler de birer cisimdir. Ama bu arada akıl gücüyle Yaratıcı Varlığı bulmanın imkansız olduğunu anlamakta gecikmeyen Hayy, sonunda bu büyük gök kubbeyi içindeki bütün varlıklarla bir canlı organizma saydı. " Bütün gökler içerdikleriyle birlikte bağımsız bir özneye muhtaç tek bir şeydir."


"Acaba evren yoktan mı varolmuştu, yoksa kadim miydi?"


İbnu Tufeyl, Hayy'ın düşünce sürecinde açık bir tercih yapmaktan kaçınır. Her iki görüşünde güçlüklerini anlatırken, sözgelimi evrenin yaratılmamış olduğunu savunan Aristotelesci görüşün açmazlığı hakkında şöyle der: " Evren, sonradan varolan, açıkça yaratılmamış olan varlıklardan tümüyle arınmış olmadığına göre, yaratılmamışlıktan arınmayan bir varlığın yaratılmışlardan önceliğini düşünmek de saçmadır. Şu halde yaratılmışlar üzerinde önceliği olmayan herhangi bir varlık da zorunlu olarak yaratılmış olacaktı."


Yaratılma düşüncesinin zorluğu ise şöyle: "Çünkü evrenin yokluktan sonra yaratılmış olması, zamanın ona öncelik kazanması demektir. Sonradan olmaktan çıkan anlam budur. Oysa zaman evrenin bir parçasıdır." Buna ek, Yaratıcı evreni niçin daha önce yaratmadı da sonra yarattı?


Hayy, bu sorular üzerinde düşünmekten yorgun düşünce, bu görülerin sonuçlarını tefekkür etmeye başlar. Bu, Hayy'ın kişiliğinde İbnu Tufayl'ın konuya ilişkin gerçek tutumunu yansıtır. Evrenin yoktan var olduğunu kabul etmek bizi şu sonuçlara götürebilir: Evrenin kendi kendine varolması mümkün değildir. Onu varedecek bir özne, bir Yaratıcı Varlık olmalıdır. Bu Varlığı 5 duyu ile algılayamayız. Hem bu yaratıcının cisim ve cisimsel olmaması gerekir. Çünkü "cisimler hem 3 boyutlu, dolayısıyla sınırlıdır hem de duyular cisimleri ve cisimsel olan nitelikleri duyumsayabilir. Yaratıcı madem ki duyumsanamıyor. Şu halde tahayyul de edilemez; çünkü tahayyul, duyumsanabilen nesnelerin gölgelerini, biçimlerini zihinde canlandırmak demektir.


Aristotelesci görüşü kabul etmenin doğurduğu sonuçlar ise şudur: "Evrenin hareketi başlangıçsız, ezele doğru sonsuz olmalıdır. Varolduğu zaman durağanlık hareketini incelememelidir. Oysa hareket için mutlaka bir muharrik gerekir. Gökleri hareket ettiren Güç, ne göğün kendi cisminde, ne de kendisinin dışındaki başka bir cisimde bulunan bir güç olabilir. Öyleyse o güç, cisimlikten ayrı ve cisimsel niteliklerden hiçbirisiyle nitelenemeyen bir şeyde bulunmaktadır."


Hayy, evreni öncesiz varsaydığında ya da zıddında ulaştığı sonuçlar aynı olur: " her iki durumda da cisim olmayan, ne cisme bitişik, ne de ondan ayrı, ne cismin içinde, ne onun dışında olan bir varlığın zorunluluğu kesinlik kazanıyordu." Bu varlık ise bütün bu durumların üstünde ve cismin her durumundan münezzeh ve yücedir. Demek ki bu Varlık, bütün varlıkların varoluş nedeni ve ilkesidir. Bütün varoluş bu Mutlak Varlığın eseri ve malulüdür. Herşeyin varlığı bu Varlığa bağlı ve bağımlıdır. O, varolmasaydı hiç bir şey varolmazdı.


"Varlıkla zaman bakımından O'ndan sonra olmasalar bile özsel, zati sonralık bakımından O'ndan sonradırlar. Nasıl elde tutulan bir cisim hareket ettirildiği zaman, elin hareketi ile cismin hareketi aynı anda başlarsa, cismin hareketi zaman bakımından elin hareketinden sonra olmasa bile, zati olarak elden sonra ise, tıpkı bunun gibi, bütün evren o varlığın yaratığıdır ve zamanca değil, zati sonralık olarak O'ndan sonradır. "Yasin 82"


Hayy, bu yaklaşım biçimiyle her şeyi yeniden gözlemlemeye başlayınca nesnelerin en aşağı tabakalarında bile Mutlak Yaratıcı varlığın sonsuz güzelliğinden, eşsiz sanatlarından olağanüstü şeyler, izler, işaretler görmeye başlar.


İbnu Tufayl'ın Felsefe’ye getirdiği yenilik, konunun kendisi üzerinde durmak yerine, sonuçları üzerinde durmanın daha anlamlı olacağını vurgulaması; buna bağlı olarak her iki durumda da sonucun bizi mutlak bir Yaratıcı fikrine götürmesine ısrarla işaret etmesidir.


Şematik akılcılığı tanımayan İşraki Filozof’un konuya kazandırdığı yaklaşım kendi bütünlüğü içinde tutarlıdır.


35 yaşında Hayy yüce varlığı, duyu, tahayyul ve akıl yürütmelerin ötesinde salt ve yoğun tefekkürle bulur. Hayy aynı zamanda gezegenlerin hareket ve konumlarını, üstte olanların altta olanlarla ilişkilerini gözlemleyerek kendi de çevresinde yaşayan canlı varlıklarla arasındaki ilişkiyi belirleyecek bir takım ahlaki ilkelere varır ve bunları doğru olarak tespit eder. Bu bilgiler, Hayy'ın Peygamberler’in getirdiği ilahi mesajın kaçınılmaz olarak öngördüğü bir takım kurallar, hukuki düzenleme esasları ve toplumsal davranış biçimlerinden, Şeriat fikrinden başkası değildir. Hayy'ın, sözgelimi kendinden zayıf bir hayvana veya bir engel nedeniyle güneşten ya da sudan uzak kalmış bir bitkiye karşı yerine getirmesi gerektiğini öğrendiği ödevi, biz rahatlıkla insanların bir arada yaşadığı toplumsal hayatın dayandığı bazı hak ve görevlerin aynısı veya başka bir ifadesi olduğunu söyleyebiliriz.


Hayy, gezegenleri, mükemmelliği temsil eden ve Allah'ı bilmeye en yetenekli bir öze sahip olmak konusunda insandan daha üstün ve hak sahibi görüyordu.


Gök cisimlerinin Mutlak Varlığı biliyor düşüncesine ulaşması Hayy'ı kendi hareketlerini onlara benzetmeye iten başlıca etkendir. Hayy, bundan yola çıkarak "ibadet" kavramına ulaşır ve giderek daha düzenli biçimlerde her gün belirli peryodlarla ritmik, dairevi ve Allah'a saygı ve yakınlığı amaçlayan ritüeller, hareketler yapmağa başlar. Hayy'a göre artık kendi varoluşunun asıl amacı, Allah'a ibadet etmek, O'nu kabule yetenekli ruhunu arındırmak ve kesintisiz tefekkürle müşahede makamına ulaşmaktır. İbadetlere ek olarak gündelik hayatına da yeni bir düzen getirmeyi gerekli bulur ve sözgelimi onu ayakta tutabilecek miktarda besin almaya, bu besinin temiz ve yenebilecek türden olmasına kendisinin de temizlenmesine azami dikkat göstermeye başlar. Varlığın bedenle varoluşu, bedeninin ruhla birleşmesini anlamlı amaçlara bağlayan Hayy, sonunda kendisinin hayvanlara, gök cisimlerine ve zorunlu varlığa benzerliğin gerektirdiği eylemleri gerçekleştirmesi düşüncesine varır. Amacın sonunda en yüce mutlak ve yaratıcı Varlığın yani Allah'ın "ahlakı ile ahlaklanmaktır"


Hayy, Şirkten kurtulana, hem kendisi, hem de yer, gökler ve içerdiği şeyler, ruhsal biçimler ve zorunlu Varlığı bilen tüm zatlar düşüncesinden tümüyle silininceye kadar Allah'ı katıksız müşahedeye ulaşmak için çalışmalarını sürdürdü. Sonunda diğer varlıklar da, kendi zatı da kayboldu. Tümüyle yok oldu. Zorunlu ve gerçek Varlığın, kendinden başka bir gerçeklik tanımayan sözüyle "Mümin 16: Bugün mülk kimindir? Tek ver herşeye gücü yeten Allah'ındır" diye haykırarak fena erdi. Bu makamda hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın duymadığı, hiç bir kalbden geçmeyen şeyleri gördü ve tattı. Hayy artık 49 yaşındaydı.


Artık hakikatın bilgisini elde eder. Bundan sonra belirli periyodlarla müşahede yoluyla ulaştığı yüksek makamda Yüce varlığın akıllara durgunluk veren, ruhu aydınlatıp kendisine bağlayan tecelli ve güzelliklerini yaşama alışkanlığını edinmeye çalışırken hayatında olağanüstü bir olay olur.


Absal adında bir insanla karşılaşır. Kendisinin bir sandığa konularak suya bırakıldığı adadan gelmiş ve kendi toplumunun hem bilgi düzeyini, hem de bilgiyi arama biçimini yeterli bulamamış biridir. Yaşadığı kenti terketmeden önce bütün malını, mülkünü satıp yoksullara dağıtan Absal'ın bu sakin adayı tercih etmesinin bir nedeni, kendi başına deruni tefekküre dalmak, Hakikat'ın Bilgisine ulaşmak için bir bakıma duyumlanabilir dünyadan ve bu dünyanın insanı oyalayıcı gailelerinden uzakta yaşama isteğidir. Absal, kuşkusuz ilahi mesajı Peygamber tebliğiyle tanıyan biridir. Ne var ki o, bir takım işaret ve sembollerin gizlediği batın anlamların gerçek mahiyetlerini kavramakla gerçekliğin asıl bilgisine ulaşabileceğini biliyor. Onun arkadaşı Salaman ise, dinine bağlı, gündelik İslami görevlerini ihmal etmeden yerine getiren biri olmakla birlikte, ilahi tebliğin zahir anlamlarının kendisine verdiği kadarıyla yetinmeyi ilke kabul etmiş, dolayısıyla Absal'a bu yolculuğunda katılmamıştır.


Hayy'ın Absal'la karşılaşması kuşkusuz şaşırtıcı olur. Önce birbirlerini yadırgarlar; sonra yakınlaşıp tanışırlar. Absal, Hayy'a kısa zamanda konuştuğu dili öğretir ve ona insanoğlunun Medeni hayatından, sahip olduğu temel beşeri, ekonomik, ahlaki ve kültürel özelliklerinden uzun uzadıya söz eder. Ortaya çıkan sonuç her ikisi için de gerçekten şaşırtıcıdır: Çünkü Absal'ın anlattığı yer şeyi özü ve ilkeleriyle Hayy'ın bildiği, daha önceden kendi başına öğrendiği ortaya çıkar. Absal'ın "iman ettiği öğretinin Allah, Melekler, Kitaplar, Rasuller, Ahiret, Cennet ve Cehenneme ilişkin bildiklerinin tümü Hayy'ın müşahede ettiklerinin birer simgesi" değişik bir anlatımıdır. Bu yeni bilgiler, Hayy'ın gözünü açar, düşünce ateşini parlatır. Peygamber öğretisinin zahir hükümleri gerçeklik içindeki yeri ve anlamı tam bir aydınlık kazanır. Hayy, Peygamber'in getirdiği bütün bilgileri, hükümleri, ibadet biçimlerini onaylar. Ancak Hayy, iki noktayı açıklamakta zorluk çeker: Bunlardan biri, Peygamber, gayb alemi, öte dünya ile ilgili getirdiği bilgilerde niçin simgesel bir dil kullanmış, gerçeği çıplak şekliyle açıklamamamıştır; ikincisi de "Peygamber açıklamalarını niçin buyruklar ve kulluk göreviyle sınırlı tutmuş, dünya hayatına ilişkin bazı konuları, sözgelimi mal biriktirmeyi, bol bol yeme ve içmeyi tümden yasaklamamıştır?"


Bu kahramanın bir yanılgısıdır. Çünkü Hayy, bütün insanları üstün yaratılışlı, ince kavrayışlı ve kalb gözü açık sanmaktadır. Bu ise doğru değildir. Gerçek şu ki, insanlar eşit fıtratta yaratılmamışlardır. Kimi zaman düşüncesiz, kararsız, nankör, kimi zaman hayvanlardan bile azgın ve aşağılıktır. İçlerinde Hakikat'ın Bilgisi'ni hakkıyla aramak için zahmetli yollara ve büyük güçlüklere katlanabilmeyi göze alanların sayısı oldukça azdır.


Hayy, insanlara sevgi ve acıyla karışık bir ilgi duyar ve onları aydınlatma isteğine kapılır. İbnu Tufayl'a göre bu "olmayacak bir sevdadır" Absal'ı ikna eder ve günün birinde, fırsatını bulup ikisi şehre dönerler.


Şehir halkı her ikisini de sevinç ve coşkuyla karşılar. Bu arada Absal'ın arkadaşı Salaman, salih bir insan olarak yöneticilik yapmaktadır. İlk günlerde halk kitleler halinde gelir ve Hayy'ı dinler, o da bilebildiği bütün gerçekleri çıplak yüzleriyle, olduğu gibi anlatır. Önce bir şaşkınlık, sonra yadırgama başlar. Anlattıkları giderek gündelik hayat içinde belirli bir doğrultuda tutturulmuş geleneksel, sosyal ve ahlaki biçimlere ters düşünce, gecikmeden tepkilere yol açar, tedirgenlik doğurur. Sonunda iş öyle bir noktaya varır ki, Hayy neyi anlatıyorsa insanlar tersini yapmaya koyulur. Ancak bu insanların kötü niyetli olmadıkları da ortadadır. Hayy, bu olay üzerinde uzun uzun düşündükten sonra, bu insanların yaratılışlarındaki eksikliklerden dolayı bilgisiz olduklarını , bilgilerini arttırmak için dünyevi uğraşılardan vakit ayırıp çaba harcamadıkları kanaatine varır ve sonunda onların durumunu düzeltmekten umudunu keser. Toplumu gözden geçirdiğinde, çoğunun kendi istek ve tutkularını, bencil arzularını Tanrı edindiklerini görür. Kimisi bilgiye ve düşünceye gidecek yolları kendi elleriyle tıkamış, böylece Allah'da onların kalblerini mühürlemiştir.


"Bütün bunlardan da şu anlaşılıyordu ki, bu topluma müşahede yoluyla elde edilen Hakikat'in anlatılması mümkün değildir. Onlardan namaz, oruç, zekat, hacc vb. görevlerden daha fazlasını beklemek anlamsızdır." Hayy, aynı zamanda Peygamber'in ilahi tebliğde kullandığı dilin, izlediği siret'in asıl hikmetini kavrar. İnsanlar ayrı ayrı tabiatlarda yaratılmış, her insan yaratıldığı iş için gereken yetenek ve güçle donatılmıştır. Bu, Allah'ın kesintiye uğramayan sünnetidir ve şüphesiz Allah'ın sünnetinde değişiklik olamaz.


Hayy, bu gerçekleri de kavradıktan sonra, düşüncelerinden ve söylediklerinden dolayı Salaman ve arkadaşlarından özür diler ve onlara Peygamber'in getirdiği tebliğe sıkı sıkıya sarılmalarını öğütler. Halk çoğunluğu eğer Qur'an'ın müteşabih ayetlerinden kaçınır, hükümlerine riayet eder, ibadetlerini yerine getirir ve Allah'a Peyhamber'in gösterdiği ve öğrettiği gibi kullukta bulunursa felaha erecektir.


"Yüksek makamlara erişen ve Allah dostlarına yakın olan kimseler ise, bütün iç ve dış güçleriyle nefislerine karşı savaşarak halkı geride bırakan sabikun olacaktır."


Hayy ve Absal sonunda kendi adalarına dönmeye ve orada yaşamaya karar verirler; Salaman ve arkadaşlarına veda ederek adalarına tekrar kavuşurlar. "Hayy eski yöntemiyle çalışarak eski makamına ulaştı. Absal da onu izleyerek onun makamına yakın derecelere yükseldi; hatta hemen hemen Hayy'a ulaştı. İkisi ölünceye kadar adada Allah'a kulluk ettiler."


Ali Bulaç, Absal'ı İbnu Bacce'nin münzevi adamına benzetir. Münzevi Adam toplum içinde yaşayarak marifetin üst derecelerine yükselir; bunu yaparken bir insan toplumu içindedir. Hayy ise, tümüyle tek başına ve sonradan insan toplumu içinde yaşamış biriyle karşılaşan, ama bundan önce Hakikat'e ulaşan bir insandır. el-Farabiyi Nübüvvet konusunda eleştirdiğini hatırlayalım. Hayy tabiatı egemenliğine alma yerine onu bir ayetler mecmuası olarak görür. Bu temiz fırtat Qur'an’ı da doğru okuyabilecektir. O helal ve haramları daha aklıyla bulmuştu.


Mahmut Kasım'a göre o Din ile Felsefeyi değil, Din ile Tasavvuf’u birleştirmye çalıştı. O’nun Felsefi yanını İbnu Sina, din yanını el-Gazali temsil eder. el-Farabi, İbnu Sina, el-Gazali eleştirisi ile de İbnu Rüşd'ü hazırlamış oldu. Peygamber hakikatı çıplak olarak sunsa insanların kavrayış gücünü aşardı. Muvahhidler de halkı Felsefi tartışmalardan uzak tutuyorlardı. Din genel, Felsefe seçkinlerin yoluydu. Eğer bir insanda belli bir mizaç ve aydınlanma arzusu yoksa, Felsefe’den hoşlanmaz.


Felsefe’nin amacı dünyevi bağların ötesinde varlığın kaynağı olan Nur'a, bu nurun temaşasına ve Hakikat'ın sınırsız müşahedesine ulaşmayı sağlamak. Din ise bunları bu açıklıkta önermez; sınırları belirlenmiş zühd ve riyazatı herkese emretmez.


Filozof kendi ışığında mutluluğa ulaşır, dinin çizdiği hududlar içinde yaşayan sıradan bir insan da mutlu olur; bu her ikisi arasında fark vardır. Daha sonra İbnu Rüşd aracılığıyla Ortaçağ'ın Avrupalı düşünürleri, bu görüşü Kilise’ye karşı kullanacak ve Brescia'lı John ve Brahant'lı Siger tarafından çifte gerçeklik doktrinine temel olacaktır.[5]




KAYNAK ESERLER:


[1] Diri oğlu Uyanık. Tabiat Adamı, Kendi Kendine Felsefe, Ruhun Uyanışı, Esrarı Hikmeti Meşrikıyye adları ile anılır.


1299, Matbaai Amire, Süleymaniye Kütüphanesi Abdulgani Ağa, eski kayıt no: 200


Ç.Babanzade Reşid, 1923 Osmanlıca çevirisi Mihran Dergisinde yayınlandı.


Ç.N. Ahmed Özalp,1985, İst, İnsan Yay. "Ruhun Uyanışı ya da Hayy ibn Yakzan'ın Olağanüstü Serüveni"


[2] S.Eyyubi tarafından 1191 de öldürüldü. Felsefesini 36 yaşında kurdu.[2]


[3] Bak: MDT/Meşşailikte İlk Ürünler


[4] Bak:MDT/Sünni Medrese


[5] Bak:Genel Düşünce Tarihi


http://www.ulumulhikmekoeln.de/

MİNYATÜR



                    MİNYATÜR




Minyatür, çok ince işlenmiş ve küçük boyutlu resimlere ve bu tür resim sanatına verilen addır. Orta Çağda Avrupa'da elyazması kitaplarda baş harfler kırmızı bir renkle boyanarak süslenirdi. Bu iş için, çok güzel kırmızı bir renk veren ve Latince adı “minium” olan kurşun oksit kullanılırdı. Minyatür sözcüğü buradan türemiştir. Bizde ise eskiden resme “nakış” ya da “tasvir” denirdi. Minyat...ür için daha çok nakış sözcüğü kullanılırdı. Minyatür sanatçısı için de “resim yapan, ressam” anlamına gelen nakkaş ya da musavvir denirdi. Minyatür daha çok kâğıt, fildişi ve benzeri maddeler üzerine yapılırdı.

TARİHÇE


Minyatür, doğu ve batı dünyasında çok eskiden beri bilinen bir resim tarzıdır. Ama minyatürün bir doğu sanatı olduğunu, batıya doğudan geldiğini ileri sürenler vardır. Doğu ve batı minyatürleri resim sanatı yönünden hemen hemen birbirinin aynı olmakla birlikte renk ve biçimlerde, konularda ayrılıklar görülür. Minyatür, kitapları resimlemek amacıyla yapıldığından boyutları küçük tutulmuştur. Bu ortak bir özelliktir. Doğu ve Türk minyatürlerinin bazı başka özellikleri de vardır. Bu minyatürlerin çevresi çoğu kez "tezhip“ denen bezemeyle süslenirdi. Minyatürde suluboyaya benzer bir boya kullanılırdı. Yalnız bu boyaların karışımında bir tür yapışkan olan arapzamkı biraz daha fazlaydı. Çizgileri çizmek ve ince ayrıntıları işlemek için yavru kedilerin tüylerinden yapılan ve "tüykalem“ denen çok ince fırçalar kullanılırdı. Boyama işi için de çeşitli fırçalar vardı. Resim yapılacak kâğıdın üzerine arapzamkı katılmış üstübeç sürülürdü. Renklere saydamlık kazandırmak için de bu yüzeyin üzerine bir kat da altın tozu sürüldüğü olurdu.

Bilinen en eski minyatürler [Antik MısırMısır]'da rastlanan ve M.Ö. 2. yüzyılda papirüs üzerine yapılan minyatürlerdir. Daha sonraki dönemlerde Yunan, Roma, Bizans ve Süryani elyazmaları'nın da minyatürlerle süslendiği görülür. Hıristiyanlık yayılınca minyatür özellikle elyazması İncil'leri süslemeye başladı. [Avrupa]'da minyatürün gelişmesi 8. yüzyılın sonlarına rastlar. 12. yüzyılda ise minyatürün, süslenecek metinle doğrudan doğruya ilgili olması gözetilmeye ve yalnızca dinsel konulu minyatürler değil dindışı minyatürler de yapılmaya başlandı. Baskı makinesinin bulunuşuna kadar Avrupa'da çok güzel ve görkemli minyatürler yapıldı. Bundan sonra minyatür daha çok madalyonların üzerine portre yapmak için kullanıldı. 17. yüzyıldan sonra fildişi üzerine yapılan minyatürler yaygınlaştı. Daha sonra minyatür sanatına karşı ilgi azalmakla birlikte dar bir sanatçı çevresinde geleneksel bir sanat olarak sürdürüldü. Selçuklular döneminde de minyatüre önem verildi. Selçuklular'ın İran ile ilişkileri nedeniyle minyatür sanatı İran etkisinde kaldı. Mevlana'nın resmini yapan Abdüddevle ve başka ünlü minyatür sanatçıları yetişti. Osmanlı Devleti döneminde ise 18. yüzyıla kadar İran ve Selçuklu etkisi sürdü. Fatih döneminde, padişahın resmini de yapmış olan Sinan bey adlı bir nakkaş, II. Bayezid döneminde de Baba Nakkaş diye tanınan bir sanatçı yetişti. 16. yüzyılda Reis Haydar diye tanınan Nigarî,Ahmetcan Barlas,Haydar Kay,İsmail Can,Gazi Capır, Nakşî ve Şah Kulu ün yaptılar. Gene aynı dönemde, Behzad'ın öğrencisi olan Horasanlı Aka Mirek de İstanbul'a çağrılarak saraya başnakkaş (başressam) yapılmıştı. Mustafa Çelebi, Selimiyeli Reşid, Süleyman Çelebi ve Levnî 18. yüzyılın ünlü nakkaşlarıdır. Bunlardan Levnî, Türk minyatür sanatında bir dönüm noktasıdır. Levnî, geleneksel anlayışın dışına çıktı ve kendine özgü bir biçim geliştirdi. 19. yüzyıl başlarında yenileşme hareketleriyle birlikte minyatürde de batı resim sanatının etkileri görüldü.

GÜNÜMÜZ MİNYATÜRÜ

Minyatür yerini yavaş yavaş bildiğimiz anlamda çağdaş resme bırakmaya başladı. Ama batıda olduğu gibi ülkemizde de geleneksel bir sanat olarak varlığını sürdürmektedir. Birkaç Yüzyıllık kesintiden sonra Prof.Dr. Süheyl Ünver'in çabalarıyla tekrar günyüzüne çıkmış minyatür sanatı Günümüzde Günseli Kato, Nusret Çolpan, Gülbün Mesera, Gülçin Anmaç ve yetişmekte olan birçok genç sanatçı tarafından icra edilmektedir. Minyatür resmin çok güzel anlatıldığı bir sanattır.Ve bu sanat tüm dünyada yaygınlaşmıştır.

EBRU SANATI







EBRU SANATI




Dr. Musa SARAÇOĞLU



'Mukaddes Söz' yazıya döküldükten bir süre sonra ecdadımızın ince sanat zevkiyle buluştu. Bu buluşmadan; hat, tezhip, ebrû ve cilt gibi sanatlar ortaya çıktı. Bu sanatlar Osmanlı medeniyetinin zirveye çıktığı 16. yüzyılda olgunluğa ulaşarak, kıymetli eserlerin doğmasına vesile oldu.



Millî sanatlarımızdan biri olan ebrû, yoğunlaştırılmış su üzerine serpiştirilen b...oyaların şekillenmesiyle oluşan desenlerin, kâğıt üzerine alınması tarzında icra edilir. Ebrû kelimesinin menşeinin, Farsçadaki 'ebr' (bulutumsu), 'ab-rû' (su yüzü) veya Çağataycadaki 'ebre' (hare gibi dalgalı, damarlı) olduğu ileri sürülmektedir. Mermerdekine benzer damarlı görünümü sebebiyle ebrûya Avrupa dillerinde marmor papier, papier marbre, marbled paper; Arapçada ise, varakü'l-mücezza denir.



8. veya 9. yüzyılda Özbekistan'ın Buhara şehrinde başladığına inanılan ebrû sanatı, daha sonra Büyük İpek Yolu ile İran üzerinden Anadolu'ya ve İstanbul'a ulaşmıştır. Ebrû, diğer kitap sanatları gibi, gelişmesini İstanbul'da sürdürerek 16. yüzyılda olgunluğa erişmiş, en parlak dönemini 17. yüzyılda yaşamıştır. Bu dönemde İstanbul'da yapılan ebrûlar Avrupa'dan gelen talepleri de karşılar hâle gelmiştir.



Bilinen en eski ebrû, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nde bulunmaktadır, bu ebrûnun 1519'dan önce yapıldığı tahmin edilmektedir. Yapım tarihi 1539 olarak tahmin edilen başka bir ebrû da, Topkapı Sarayı'nda bulunmaktadır. O dönemlerde eserlere imza atma geleneği bulunmadığından, Osmanlı'nın son dönemi hâriç, önceki ebrû sanatçılarını tanımak mümkün olmamıştır. Şebek Mehmet Efendi, Hatip Mehmet Efendi, Şeyh Sâdık Efendi, Nafiz Efendi ve Hezarfen Ethem Efendi Osmanlı döneminde yaşayan ünlü ebrû sanatçılarıdır. Necmettin Okyay, Sami Okyay, Sacit Okyay, Abdülkadir Kadri Efendi ve Mustafa Düzgünman gibi isimler ise, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarındaki ünlü ebrû sanatçılarıdır. Ebrû sanatının giderek yaygınlaştığı ülkemizde, bugün çok sayıda ebrû sanatçısı bulunmaktadır. Dünyada da benzer şekilde, ebrûya büyük bir ilgi bulunmakta, Avrupa, Amerika ve Asya ülkelerinde yüzlerce kişi ebrû sanatıyla uğraşmaktadır. Dünyanın her köşesindeki yüzlerce ebrû sanatçısı, http://groups.yahoo.com/group/Marbling internet adresi üzerindeki haber grubu aracılığı ile birbirleri ile haberleşmekte ve fikir alışverişinde bulunmaktadır.



Eski ebrû ustaları kullandıkları malzemelerin hemen hemen tamamını kendileri îmal etmekteydi. Kullanılan malzemeler şunlardır: kâğıt, kitre, tekne, neft, biz takımı, taraklar, boyalar ve fırçalar... Ebrûda kullanılan boyalar suda erimeyen cinstendir, geleneksel ebrûda toprak boyalar kullanılmaktadır. Topraktan elde edilen boyalar, bir mermer zemin üzerinde 'destezeng' denen el taşıyla iyice ezilerek, bir kap içerisine alınır. Üzerine su ve öd eklenen boya, olgunlaşması için bir süre bekletilir. Boyanın cinsine göre bu süre, birkaç hafta ile birkaç yıl arasında değişebilir. Olgunlaşan boyalar test edilerek ebrû yapımında kullanılmaya başlanır. Bu tür boyaların hazırlanmasındaki meşakkat sebebiyle, günümüzde hazır ebrû boyalarını kullanmaya eğilim giderek artmaktadır.



Ebrûlar, üzerindeki desen ve motiflere göre sınıflandırılmıştır. Su üzerindeki boyalara çeşitli müdahalelerde bulunarak; gel-git, şal, taraklı, bülbülyuvası, hatip ve çiçekli ebrûlar yapılmaktadır. Battal ebrû, su üzerindeki boyalara hiçbir müdahalede bulunmadan kâğıda alınır.



Bir ebrûnun güzelliğine karar vermek için, üç nokta göz önünde bulundurulabilir. Bunlar hav, hâle ve desendir. Hav, boyanın kâğıt yüzeyinden yüksekliğidir. Parmakla dokunulduğunda kadifemsi bir his verir ve en iyisi, toprak boyalarla elde edilir. Hâle, her bir boya damlacığının çevresindeki beyaz ışıltı halkasıdır; boyaya katılan öd sebebiyle oluşmaktadır. Desen, ebrûnun genel görünümüdür. Renklerin dağılımı, âhengi, motiflerin şekli, konumu ve büyüklüğü gibi özellikler deseni oluşturur.



Günümüzde çeşitli ebrû ekollerinden bahsedilebilir. Türk ebrû sanatı, ebrû sanatı içerisinde bir ekol veya tarzdır. Dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan yüzlerce ebrû sanatçısının ebrûya, 'Türk ebrû sanatı' olarak yaklaşmalarını veya bu tarzda ebrû yapmalarını beklemek pek gerçekçi olmayabilir. Sanat evrenseldir ve bir sanata en çok kimler sahip çıkarsa, o sanat üzerinde en çok onlar söz sahibi olurlar.



Günümüzde birçok ebrû sanatçısı, ebrûyu müstakil bir sanat olarak uygulamaktadır. Bunun yanı sıra ebrû; minyatür, hat, tezhip ve resim gibi diğer sanatlarla birlikte de ele alınmaktadır. Kitap ciltlemek maksadıyla ebrû yapımı ise, günümüzde oldukça azalmıştır.



Geleneğe dayanan ebrû sanatı ile modern ebrû sanatı arasındaki münasebet konusunda çeşitli fikirler vardır. Bazı sanatçılar, geleneğe dayanan ekolün sürdürülmesi konusunda çok daha hassas davranırken, diğerleri kullanılan malzemeler ve teknik açısından daha serbest davranmaktadır. Bu konuyu tartışmaktan ziyade, herkesi konumunda kabullenmek ve başkalarının çalışmalarına karışmamak ebrûyu zenginleştirecektir. Zaten dünya üzerinde ebrû ile uğraşan yüzlerce kişi dilediği gibi ebrû yapmaktadır. Eserlerin beğenilip beğenilmemesi, sanatseverlerin bileceği bir husustur. Bugün ilgi görmeyen bir teknik veya ekol, belki de gelecekte çok aranır olabilecektir.



Ülkemizde eski üstatlardan eğitim ve icazet almış çok az sayıda ebrû sanatçısı bulunmaktadır. Bundan dolayı, ebrû öğretmek için icazetli olmak şartı, sanata ve sanatçıya ciddi kısıtlamalar getirebilir. Zaten bir kişinin gerçekten ebrû sanatçısı olup olmadığı, sadece icazeti ile değil, ürettiği eserlerle de anlaşılır. Ancak, eğitim konusunda ustaların bir araya gelip bazı kıstaslar belirlemesinde fayda vardır.



Ebrû sanatı günümüzde yeni bir canlanma dönemine girmiştir. Hem ülkemizde hem de dünyanın pek çok ülkesinde ebrûya karşı giderek artan bir ilgi bulunmaktadır. Çok sayıda ebrû sanatçısı yetişmesine bağlı olarak, yeni ebrû teknikleri ve ekolleri de ortaya çıkmıştır. Geleneği esas alan tarzın korunması için, buna çalışan sanatçılar desteklenebilir.



Yirminci yüzyılın ilk yarısında neredeyse unutulmaya yüz tutan hat, ebrû, tezhip ve minyatür gibi millî sanatlarımız, yirminci yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde hem müstakil birer sanat dalı olarak yeniden canlandı, hem de aralarında bir bütünleşme oldu. Yirmi birinci yüzyılla birlikte ise, bu sanat dallarına ilgi giderek artmaya başladı. İnancımız odur ki, bu yüzyılda sanatçılarımız gerçek sanata öncülük eder konuma geleceklerdir.



Sızıntı Dergisi


http://www.youtube.com/v/8hzblv26m3A&rel=1

25 Mayıs 2012 Cuma

PEYGAMBER AŞIĞI,ŞAİR NABİ'NİN HİKAYESİ





PEYGAMBER AŞIĞI,ŞAİR NABİ'NİN HİKAYESİ

1642 senesinde , Şanlıurfa’da doğan Yusuf Nâbi yokluk ve sefalet içinde 
yaşayarak büyümüş, 24 yaşındayken de İstanbul’a gitmiştir. Burada eğitimine devam eder, şiirleri ile tanınmaya başlar. Paşa vefat edince ise Halep’e gider. İstanbul’da geçirdiği dönemde birçok önemli isimle arkadaşlıkları olmuş, sarayla da bazı ilişkiler kurmuştur. Bunun da etkisiyle, Halep’te geçirdiği yıllarda (yaklaşık 25 yıl) devletin sağladığı imkânlarla rahat bir hayat sürdürmüştür. Eserlerinin çoğunu Halep’te geçirdiği bu yıllarda kaleme almıştır. 



Daha sonra arasının da iyi olduğu Halep Valisi Baltacı Mehmet Paşa sadrazam olunca Nâbi’yi yanına aldı. Bu dönemlerde Nâbi Darphane Eminliği, Başmukabelecilik gibi görevlerde bulundu. Ayrıca, bazı kaynaklara göre Nâbi aynı zamanda çok güzel bir sese sahipti ve müzik konusunda da fazlasıyla başarılı idi. “Seyid Nuh” ismiyle bazı besteleri olduğu bilinir. Nâbi, İstanbul’da 1712 yılında vefat etti.Nabi bazı kaynaklara göre ispirliydiDönemi, Çalışmaları


Nâbi Osmanlı’nın duraklama devrinde yaşamış bir şairdi, yönetim ve toplumdaki dejenerasyona ve bozukluklara şahit oldu. Çevresindeki bu negatif olgular onu didaktik şiir yazmaya itmiş, eserlerinde devleti, toplumu ve sosyal hayatı eleştirmesine neden olmuştur. Ona göre şiir hayatın, karşılaşılan sorunların ve günlük yaşamın içinde olmalı, hayattan, insandan ve insanî konulardan izole edilmemelidir. Bu yüzden şiirleri hayat ile alâkalı, çözümler üretmeye çalışan, yer yer nasihatta bulunan bir yapıdadır. Eserlerinin herkes tarafından anlaşılması ve hayatla iç içe olmasını istemesindendir belki de, kullandığı dil yalın ve süssüzdür. “Bende yok sabr-ı sükûn, sende vefadan zerre, İki yoktan ne çıkar fikredelim bir kere.” Na ve bi kelimeleri arapça ve farsçada ‘yok’ anlamına gelmektedir.Bu beyitte Nabî mahlasının oluşumunu belirtmektedir.


NEBİ(Peygamber) AŞIĞI,ŞAİR NABİ....


Peygamber Aşığı Büyük Şair Urfalı NabiEdebiyatımızın büyük şairlerinden Süleyman Nâbî, Sultan 4. Mehmet döneminde önemli devlet adamlarıyla birlikte hacca gider. Her Müslüman şair için hac ibadeti, ol...ağan üstü bir olaydır; çünkü metafizik gerilime düşen şair, en yüksek estetik tecrübeyi edinmektedir. Hiç şüphesiz Nabi için Medine’ye gidip Hz. Peygamber’in kabr-i şeriflerini ziyaret , Mekke’de Kabe-i Muzzama’da tavaf etmek çok heyecan verici bir olaydır. Dolayısıyla hac kafilesinin Medine’ye yaklaştığı sırada şair Nabi’nin sözkonusu heyecanı doruk noktasına ulaşır.

Kafile şafak vakti Medine-i Münevvere’ye girmektedir. Ravza-i Mutahhara’nın minarelerinden sabah ezanı okunmaktadır. Müezzin, ezanın ardından Türkçe bir kaside okumaya başlar.

“Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâdır bu

Nazargâh-ı ilâhidir Makâm-ı Mustafa’dır bu”

Nâbi ve hac kafilesinde bulunanlar, Mescid-i Nebi minarelerinden Türkçe şiir okunması karşısında hayrette kalırlar. Nâbî, dikkat eder, okunan kendi şiiridir. İşin ilginç yanı bu naat, Nâbi’nin o gece, yani birkaç saat önce yazdığı şiirdir.

Namaz bitip Mescid-i Nebi’de yavaş yavaş cemaat dağılırken, Nâbi birkaç arkadaşıyla birlikte heyecan içinde müezzinlerin yanına varır. Müezzinlerden okudukları Türkçe naatın kimin olduğunu ve nerden öğrendiklerini sorarlar. Müezzinler, konunun kendileri için bir sır olduğunu düşünerek önce cevap vermek istemezler.

Fakat Nâbi, ısrar eder, bu Türkçe naatı o gece kendisinin yazdığını belirtir. Bu kez de müezzinler heyecanlanır. “Senin ismin Nâbi mi?” diye sorarlar şaire...”Evet” cevabını alınca ellerine kapanırlar. Nabi de müezzinlerin boyunlarına sarılır tek tek.

Müzzinler, Mescid-i Nebi minarelerinden Türkçe şiir okunması olayının açıklamasını şöyle yapar: “Bu gece Allah Rasulü rüyamızda bize, ‘Ümmetimden Nâbi isimli bir şair, beni ziyarete geliyor. Bu zat, bana karşı son derece büyük bir sevgi ile doludur. Bu aşkını ifade için şöyle bir naat yazmıştır. Siz, bu natı, bu sabah minarelerden onun buraya beni ziyarete gelişi şerefine okuyun.”



PEYGAMBER AŞKI

Nabi, Mescid-i Nebi müezzinlerinin okuduğu Türkçe şiiri gerçekten o gece yazmıştır.. Şiirin yazılış hikayesi de çok ilginçtir: Kafile, Medine-i Münevvere’ye yaklaşmıştır. Vakit gecedir.

Nabi, hac kafilesinde bulunan önemli devlet adamlarından bir paşayla aynı çadırda kalmaktadır.


Resûlullah (sas) Efendimiz’e bir an önce ulaşma özlemiyle Nâbî’nin gözüne uyku girmemiştir. Fakat paşa, hem de ayaklarını Medine tarafına, Kıble’ye doğru uzatmış, uyumaktadır. Bu durum Nabi’yi son derece üzer. “İki cihan güneşinin bulunduğu topraklara geldik. Biraz sonra Medine şehrine gireceğiz. Böyle yatmak hiç münasip olur mu?” diye düşünür. Hz. Peygamber’in (s.a. v) beldesinde, edebe aykırı böyle bir gaflet hâline çok üzülmüştür. Dolayısıyla Medine yakınlarında gece çadırda paşa döne döne uyurken, Nabi de oturup bu şiiri yazmıştır.

Mescid-i Nebi müezzinlerinin yaptığı sözkonusu açıklama karşısında, Paşa’nın utancını, Nâbi’nin ise sevincini anlatmak, bu iki ruh halini tasvir etmek elbette imkânsızdır.


Paşa, utancını hangi kelimelerle dile getirmeye çalıştı bilinmez, ama Nâbi’nin dudaklarından şu kelimeler dökülür: “Demek ki sevgili peygamberimiz bana ‘Ümmetimden bir şair’ dedi. Demek ki iki cihan güneşi beni ümmetliğine kabul etti.”

Nâbi’nin bu hac seyahatinde “Tuhfetü’l-Harameyn” isimli bir gezi kitabı yazmıştır. Bu naat ile birlikte pek çok şiirin, hatıralarının ve gözlemlerinin yer aldığı bu kitap, yazıldığı günden bu yana inanmış gönülleri aşk ve heyecanla coşturmaktadır. Bu naatın, edebiyatımızdaki peygamber sevgisini anlatan şiirler arasında çok özel bir yeri vardır.


BÜYÜK ŞAİRİMİZ YUSUF NABİ

Asıl adı Yusuf olan şair, onun “hiçlik-yokluk” anlamına gelen “Nâbi” mahlasını kullanarak, ki “Na” ve “Bi” kelimeleri Arapça ve Farsça’da “yok” anlamına gelmektedir, varlık kapısına ulaşmak ve lütufla muamele görmek için insanın önce “yokluk” elbisesini giymesi gerektiğini ifade etmiş olmaktadır.


Nabi , 1642 yılında Urfa’da doğar.Urfa’nın tanınmış ailelerindendir. İyi bir eğitim görmüştür. Arapça’yı ve Farsça’yı çok iyi bilir. Devrinde “ Sultanü’ş-Şuara “ diye anılmıştır.



Tasavvuf terbiyesi de görmüş olan Peygamber âşığı Nâbî, altı Osmanlı padişahının hükümdarlığına tanıklık etmiş ve tüm bu padişahlar tarafından sevilip desteklenmiştir.

Halep Valisi Baltacı Mehmet Paşa, sadrazam olunca Nâbi'yi yanına alır. Şair 1666 yılında 24 yaşındayken İstanbul'a gelir. Bu dönemlerde Nâbi Darphane Eminliği, Başmukabelecilik gibi görevlerde bulunur.


Nâbi sadece iyi bir şair değil, çok güzel bir sese de sahiptir ve 'Seyid Nuh' mahlasıyla besteler yapmıştır.

Eserlerinin büyük kısmını Halep'de kaleme alan Nâbî, toplumsal ve sosyal hayatı eleştiren, didaktik şiirler yazar. Eserlerinde Osmanlı'nın duraklama devrinde yönetim ve toplumun içerisine düştüğü dejenerasyona vurgu yaparak sert eleştiriler getirir.


NABİ’NİN NATI


Nabi’nin ziyareti şerefine Hz.Peygamber’in (s.a.v.) mescidinde okuttuğu Türkçe şiirin dizelerinden gönülleri kanatlandırabiliyoruz artık:

Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâdır bu

Nazargâh-ı ilâhidir Makâm-ı Mustafa’dır bu

(Cenab-ı Hakk’ın nazargâhı ve O’nun sevgili peygamberi Hz. Muhammed Mustafa’nın makamı ve beldesi olan bu yerde edebe riayetsizlikten sakın.)

Felekte mâh-i nev Bâbü’s-selâm’ın sîne-çâkidir

Bunun kandili Cevzâ matlâ-i nûr-i ziyâdır bu

(Gökyüzünde hilâl, O’nun selâm kapısının yüreği yaralı âşığıdır. Semadaki Cevza(ikizler burcu)nın nur ve ışık kaynağı O’dur )

Habîb-i kibriyâ’nın hâbgâhıdır fazilette

Teveffuk kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâdır bu

(Burası, Allah (cc)’ın sevgilisinin ebedî istirahatgâhının, türbesinin bulunduğu yerdir ve fazilet bakımından Cenâb-ı Hakk’ın arşının bile üstündedir.)

Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı adem zâil

Amâdan açtı muvcûdat çeşmin tûtiyâdır bu

(Bu mübarek toprağın ziyasından yokluk karanlığı sona erdi. Varlık âlemi, körlük ve yokluktan gözünü onun sürmesiyle açtı.)

Mürâât-i edeb şartıyla gir Nabî bu dergâha

Metâf-i kudsiyândır bûse-gâh-ı enbiyâdır bu

(Ey Nâbi, bu dergâha edep kurallarına uyarak gir. Zira; burası meleklerin etrafında pervane gibi döndüğü, peygamberlerin hürmetle öptüğü mübarek bir makamdır.)


Nabi, sözkonusu iltifata, Peygamber Efendimiz’e duyduğu muhabbetten ve gösterdiği edepten dolayı nâil olmuştur. Hz.Mevlânâ’ya göre “edep, insanın bedenindeki ruhtur, enbiyâ ve evliyânın göz ve gönül nurudur, şeytanın katilidir, insanla hayvanı birbirinden ayıran en önemli vasıftır.” Erzurumlu İbrahim Hakkı, “Edep bir tâc imiş nûr-i Hüdâdan / Giy ol tâcı, emin ol her belâdan.” dizelerinde ne kadar haklıdır. Allah ve Rasulü’ne yükselen merdivenin basamakları, ancak edeple çıkılır..

NABİ’NİN MEZARI ARTIK YOK..

Edep timsali Nabi’nin biz evlatları oldukça edepten uzaklaşmış olmalıyız ki Nabi'nin Karacaahmet'teki mezarı artık yok; çünkü üzerine başkaları defnedilmiş ve mezar taşı bir kenara konulmuş. Bunun düzeltilmesi gerekiyor. Büyük şaire büyük bir ayıp.


Başlıca Eserleri


* Dîvân

* Hayriye

* Hayrabâd

* Tuhfetü’l Haremeyn

* Surname

* Fatihnâme-i Kâmaniçe

* Zeyl-i Siyer-i Veysi