11 Haziran 2009 Perşembe

Tezhip- Tezhip Nedir?




Tezhip- Tezhip Nedir- Tezhip Örnekleri

Tezhip, arapça zehep (altın) sözcüğünden türemiştir, tam karşılığı altınlama-yaldızlamadır. Türk tezhip sanatını, altın kullanarak yapılan kitap süsleme sanatı diye tanımlayabiliriz. Tezhip, yalnız altın yaldızla yapılan işleri ifade etmez, altının yanı sıra boya da kullanılarak, sadece kitaplara değil, hat levhalarına, fermanlara, hatta ahşap ve deri üzerine geleneksel motiflerimizin uygulandığı tezyinattır.

Tezhip yapan kişilere müzehhip veya müzehhibe denir.Tezhip ile Minyatürü karıştırmamak gerekir. Minyatür daha çok tasvire dayanır.Bitki, hayvan, insan ve/veya mekan tasvirleri içerir. Minyatürler yapıldıkları donemin sanat anlayışı ile paralel olarak, genellikle iki boyutlu tasvirlerdir. Tezhip ise basit bir anlatımla çoğunlukla stilize edilmiş bitki formları ya da desenlerden oluşan kimi zaman simetrik tasarımlardır. Günümüz Türkiye'sinde Tezhip de oldukça tutucu, klasik yaklaşım denilen bir akım vardır. Klasik yaklaşım, tarih boyunca yaratılmış ve kullanılmış formlar ve desenleri yinelemek, form ve desenlerin ana yapısını bozmadan değişik kompozisyonlarda kullanmaktır. Buna karşın, bazı Tezhip sanatçıları ise klasik form ve desenleri kendi görüş ve algılarına göre değiştirerek değişik kompozisyon ve malzemelerle daha özgür bir yaklaşım tarzı kullanmaktadırlar. Zaman içinde unutulmaya bırakılmış zarif ve zor sanat son 10 yıl içinde bu sanata gönül vermiş çeşitli grup ve kişilerce canlandırılmıştır. Günümüzde pek çok üniversitemizde Tezhip bölümleri yetenekli sanatçılar yetiştirmektedir. Eski sanatçılara bir kaç örnek vermek gerekirse, ilk akla gelen isimler Rikkat Kunt ve Ülker Tansı olacaktır.Hat ve cilt sanatlarında altınla yapılan tezhibe halkari denir. Rumi ve Hatayı üsluplarında, kitapların zahriye, hatime, başlık, serlevha, mihrabiye kısımları tezhiple süslenir. Küçük yıldız ve çiçeklere nokta, geometrik olanlara mücevher, altıgenlere şeşhane, beşgenlere seberk denir. Kuran'da secde ayetlerine denk gelen yerlerde vakıf gülü, hizip gülü, cüz gülü bulunur. Varakçı ve cetvelkeş denilen ustalar vardı. Kalemfırça, zehmühre, boyalar müzehhebin aletleriydi.

18 Nisan 2009 Cumartesi

Ebru ve Esma-i İlahi



Ebru ve Esma-i İlahi


Hasan Ahmet GÖKÇE

Ebrû sanatı hakkında temas edilmesi gereken bir diğer nokta da, ebrûnun geçmiş yüzyıllarda tasavvufî terbiye vasıtalarından birisi olarak kullanılmış olmasıdır. Öyle ki, asırlar boyu; "Ya Rabbi! Sen'in sıfatlarına rücû ediyorum, suyun üzerine renkleri açarken beni koru, yoksa ben kendimi Hâlık sanırım." diye dua edip, Rablerine sığınarak tekne açan ebrû sanatçıları, kendilerini sadece renklere yön vermekle muvazzaf bir vasıta gibi görmüş ve esas itibariyle zuhûrata tâbi olduklarını akıllarından hiç çıkarmamışlardır. Zîrâ onlara göre, kâinattaki bütün hâdiseleri olduğu gibi, ebrûyu da şekillendiren İlâhî bir kuvvettir ve ancak tesirine girdiği bu ilâhî gücü hisseden sanatçının eseri o ilâhî esintilerden nasibini alabilir.

İşte bu sebepledir ki; "Allah güzeldir, güzelliği sever." mealindeki hadîsin ışığında estetik zevkin şâhikalarında dolaşan ebrû sanatçıları, taklit edilmesi mümkün olmayan bu sanat dalının saklı hazinelerini keşfedebilmişlerdir.

Hiçbir ebrûnun bir diğerine benzememesinin, hattâ bir sanatçının aynı tekneden aldığı iki farklı ebrûnun dahi motif ve renk dağılımı bakımından çeşitlilik göstermesinin sırrı burada gizlidir. Bütün bunların yanında ebrû sanatçıları, teknedeki suyun gönüllerinin berraklığıyla doğruorantılı olduğuna inanmış ve şems-i İlâhî'den gelen hikmet ve aşk şuâlarının ancak aşk ile parlatılmış bir kalbe, oradan da tekneye düşeceğine inanmışlardır.

Onlara göre ebrû renklerinin tekneye olanca güzelliğiyle akması, ancak böyle bir kalble mümkündür. Çünkü ebrû teknesi musahhar bir âlemdir. Bu mahdut âlemde, sanatçının samimiyetine göre, Esmâ-i İlâhî'nin tecellileri akseder. Damlalar, âlem-i kebîr olan gönülden âlem-i sağîr olan tekneye düşer ve ebrû adını alır. Bu bakımdan ebrû, Esmâ'nın sudaki tecellisi olarak kabul edilir. Bu hususta ebrû sanatının bu günlere gelmesinde çok büyük emekleri olan Mustafa Esat Düzgünman'ın Ebrûname isimli şiirinden alınan şu mısralar kayda değerdir:

"Ebrûdaki görünen şu nukâşâta iyi bak!
Şuûnât-ı İlâhî'dir sıfatından ayân Hakk.
Nakş-ı sun'un pertevinden Hubb-i Rahmân âşikâr,
Rü'yetullâh sırrıdır bu, müsemmâdır her varak.
Zan etme ki bu eşkâlin hâlikıyız senle ben!
Gâfil olup şirke dalma! Bir Fâil'dir iş gören.
Fırça, çanak, boya, tekne vâsıtadır bilmiş ol!
Hep suver-i ilmîyyedir mezâhirde görünen."


Kaynaklar


M. Uğur Derman; Türk Sanatında Ebrû, Akbank Yayınları, İstanbul, 1977.- Fuat Başar, Yavuz Tiryaki; Türk Ebrû Sanatı, Gözen Yayınları, İstanbul, 2006.- Gülseren Sönmez; Gelenekselden Günümüze Ebrû, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 2007.- Turan M. Türkmenoğlu; Sudaki Nakış Ebrû, Milenyum Yayınları, İstanbul, 1999.- Salih Elhan; Yapım Yöntemleriyle Ebrû Sanatı, Murat Kitapevi Yayını, Ankara, 2004.- Ömer Faruk Dere; Ebrû Sanatı, İSMEK Yayınları, İstanbul, 2007- Hatice Sarı; Mustafa Düzgünman'ın Ebrû Sanatına ve Eğitimine Katkısı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2008.- Sadrettin Özçimi; Geçmişten Geleceğe Türk Ebrû Sanatı, İSMEK Türk Kitap Sanatları Sempozyumu, İstanbul, 2007.

11 Mart 2009 Çarşamba

Osmanlıda Musiki ve Tedavi




Osmanlıda Musiki ve Tedavi
Darüşşifa’nın(Şifa evi)en ilgi çekici bölümü olan musiki ile tedavi odası, müziğin psikolojik hastalıklara deva olmasının yanı sıra beden hastalıklarına da çözüm olduğunu sergiliyor.
Evliya Çelebi, Sultan II.Bayezit Dârüşşifası’nda hastaların musiki ile tedavi edildiğine ilişkin olarak görgülerine dayanan bilgi vermektedir.Psişik ve organik hastalıkların musiki ile tedavisi
Büyük Türk ve İslâm bilgin ve hekimleri Ebubekir Râzi (584-932), Fârâbi (870-950) ve İbn-i Sîna (980-1037), müzikle tedavinin, özellikle musikinin psişik hastalıkların tedavisindeki etkinliğinin bilimsel temellerini kuranlardandır. Fârâbi’nin “Kitab-al Mûsiki” adlı bir eseri de vardır. İbn-i Sina’nın da “Necat ve Şifa” gibi eserlerinde musiki bilimine ayrılmış bölümler bulunmaktadır.
Selçuklu ve Osmanlı Türkleri’nde müzikle tedavi bu üç büyük bilginin kurdukları temel ilkeler üzerinde geliştirilmiştir.
1154 yılında Şam’da Türk asıllı Selçuklu Atabeği Nureddin Zengî’nin kurduğu ve yapı olarak günümüze kadar ulaşan en eski Türk Tıbbiyesi “Nureddin Hastanesi”nin ilk başhekimi Muhammed bin Abdullah al-Bahili, aynı zamanda müzisyen olup, musikinin, hastalıkların tedavisindeki etkisini incelemiştir.
İlk dönem Osmanlı hastane ve tıbbiyelerinden 1399 yılında Bursa’da kurulan Yıldırım Bayezit Dârüşşifası, 1470′de İstanbul’da kurulan Fatih Dârüşşifası ve 1488 yılında hizmete açılan Sultan II.Bayezit Edirne Dârüşşifası, akıl ve ruh hastalarının ve diğer hastaların tedavilerinde musikiden yararlandıkları bilinen merkezlerimizdir.
Fatih Dönemi’nde 1478 yılında kurulan Topkapı Sarayı’nın Enderûn(Saray Üniversitesi) hastanesinde çocuk yaştaki öğrencilerin musiki ile tedavi edildiği, İstanbul’u ziyaret eden Baron J.B. Tavernier’nin Paris’te yayınlanan Topkapı Sarayı’na ait eserinde belirtilmektedir.
Osmanlı şair hekimlerinden 1693 yılında öldüğü bilinen ŞUURİ Hasan Efendi, “T’adil-ül Emzice” adlı eserinde musikinin tıpla olan ilgisini şöyle anlatıyor:
“Musiki ilminin, diğer ilimlerde olduğu gibi tıp ilmiyle de ilişkisi olduğu aşikârdır. Nabzın vuruşları makamların usullerine göredir. Nabız hareketlerinin her biri bir makama ve nağmeye uymaktadır. Nabzın hareketi makamlar usulüne (ritmine) aykırı olsa, bu, hayırlı bir belirli değildir. Nabız hareketi usulden haberi yoksa hekimlikte yetkin ve sanatında becerikli olmayıp hastalıkları tanımada güçsüzdür.”
Aynı eserde hangi makamın hangi hastalıklara iyi geldiğine ilişkin bir de liste vardır ki buna “Müzikal akrobadin” de diyebiliriz. Her makamın etkisi de manzum olarak birer beyitle tanımlanmıştır.
Rast MakamıFelç hastalığına devadır.
“Sûziş-i derd-ü gamı olsa acep mi dil-fırib,Rast eyler nâlesin gülşende her dem andelib”
Irak Makamı, hâr(Ters, kötü) mizaçlılara, sersâm(sersemlik veren hastalık) ve hafakana(çarpıntı ve sıkıntıya) faydalıdır.
“Teessür sûzi ehl-i dili hoş mezâk ider.Mutrip ki bezm-i bâde-de fasl-ı Irak eyler”
Diğer makamların da hastalıklarla ilişkisi şöylece sıralanmaktadır:
İsfahan Makamı, zihni açar, zekâyı arttırır, anıları tazeler,
Zîrefgent Makamı, sırt ve eklem ağrılarının ve kuluncun tedavisinde faydalıdır.
Rehavî Makamı, baş ağrısına ve hafakana devadır.
Büzürk Makamı, ateşli hastalıklara iyi gelir, zihni temizler, vesvese ve korkuyu uzaklaştırır, fikre yön verir.
Zengûle Makamı, kalp hastalıklarının devasıdır.
Hicaz Makamı, idrar zorluğuna iyi gelir, cinsel gücü arttırır.
Buselik Makamı, kuluç ve bel ağrılarının ilacıdır.
Uşşak Makamı, kalp, karaciğer, sıtma ve mide hastalıklarına faydalıdır.
Evliya Çelebi ve musiki ile tedavi
“Merhum ve mağfur Bayezid Veli (Allah rahmet eylesin) Hazretleri vakıfnamesinde hastalara deva, dertlilere şifâ, divanelerin ruhuna gıda ve defi seva olmak üzere on adet hanende (şarkı okuyan) ve sazende (saz çalan) gulan (genç erkek) tâyin etmişki, üçü hanende, biri nâyzen, biri kemancı, biri mûsikarcı, biri santurcu, biri çengi, biri çeng santurcu, biri udcu olup haftada üç kere gelerek hastalara ve delilere mûsiki faslı ederler. Allah’ın emriyle, nicesi saz sesinden hoşlanır ve rahat ederler.
Doğrusu mûsiki ilminde neva, rast, dügâh, segah çargâh, suzinak makamları onlara mahsustur.
Ama, zengûle makamı ile buselik makamında rast karar kılsa insana hayat verir. Bütün saz ve makamlarda ruha gıda vardır.”
Evliya Çelebinin kendisi de bir müzisyendir. Döneminin müzik üstadı Muhasip Derviş Ömer Gülşenî’den musiki dersleri almıştır. Bu nedenle de musiki ile hastalıkların tedavisinde ileri sürdüğü görüşler değer taşır.
Evliya Çelebi, Edirne Dârüşşifası’nı anlatırken, güzel kokuların da hasta ruhlar üzerindeki olumlu etkisinden şöyle söz ediyor.:
“Bahar mevsiminde çiçek kısmından sim ve zerrin, deveboynu, müşk-i Rûmî, yasemin, gülnesrin, şebboy, karanfil, reyhan, lâle, sünbül gibi çiçekleri hastalara verip güzel kokularıyla hastalan iyi ederler.”
Evliya’nın anlattıklarından da, insan ruhunun hoşlandığı musiki ve güzel kokunun hastalar üzerindeki olumlu etkisi açıkça belirmektedir, makamlar nasıl ki güzel sesin ayrı tonlardaki armonisi ise, değişik kokular da güzel kokunun ayrı ayrı tonlarda oluşturdukları armonilerdir.
İbn-i Sina’nın «Kanun» adlı tıp eserini Türkçe’ye çeviren Tokatlı Mustafa Efendinin talebesi, I.Abdülhamit ve II.Selim Dönemi’nde hekimbaşı olan Gevrekzade Hasan Efendi, çocuk psikolojisi konusunda yazmış olduğu “Neticetül-fikriye ve Tedbir-i veladet-ül bikriye” adlı eserinde hangi musiki makamlarının hangi çocuk hastalıklarına iyi geleceğini açıklamaktadır.
“Musiki nağmelerinin insani nazlarla ileri derecede ilgisi olduğu için güzel seslerden çocukların da fazlaca haz duymalarından nefsine ferahlık ve huzur, neşe ve sevinç duyup ruhen sükûna kavuşur ve üzüntüden uzaklaşıp uykuya dalar ve her yönden gelişmesine sebep olur” demekte ve aynı eserde hangi makamın hangi çocuk hastalıklarına nasıl etki yaptığını da belirtmektedir. Gevrekzade, Şuurî’den bir yüzyıl sonra yaşamış olduğundan, herhalde onun eserinden de yararlanmış olmalı. Şimdi Gevrekzade’nin musiki kodeksini bakarsak.
Rast Makamı, nağme ve teranesi ile dimağî(beyin) hastalıklardan ileri gelen havale (epilepsi) ve felç hastalıkları önlenir ve tedavi edilir.
Irak Makamının, çocuktaki menenjit ve hafakan hastalıklarının tedavisinde çok yararlı olduğu hakkında hekimler birleşmişlerdir.
Isfahan Makamı nağmeleri zihni açar, zekâyı arttırır, gönül tazeleyici, düzen verici olup üşüten ve ateş yükselten hastalıklardan vücudu korur.
Zîrefgen Makamının etkisi çocukların damağından kaynaklanan ağız çarpılması (yüz felç), felç ve sırt ağrısı, eklem ağrıları, özellikle kulunç hastalığına büyük faydası ve sözü edilen hastalıklara da kuvvetli etkisi vardır.
Rahâvî Makamı, çocukların tüm baş ağrılarına faydalı olup burun kanamasına, ağız çarpıklığına, felç ve balgamdan ileri gelen hastalıklara her yönden kaldırıcı ve defedicidir.
Büzürk Makamı nağmelerinin de beyin ve kulunç ve çocuklarda ortaya çıkan şiddetli hastalıklara büyük yararı olup güçsüzlüğü gidermek ve düşünceyi yönlendirmekte genel etkisi ve sevdayı defedici ve tehlikeden korkma hususunda faydası vardır.
Zengûle Makamı Bu makam çocuğun kalp hastalıklarına, menenjite ve beyni ilgilendiren diğer organların hastalıklarından dolayı meydana gelen kalp ferahlatıcı olup hastalıklardan kurtulmasını sağlar ve mide karaciğer yanmalarını yok eder.
Hicaz Makamı nağmelerinin çocuklarda görülen idrar zorluğuna büyük yararı vardır.
Buselik Makamının bedene etkileri, çocuklara olan beyin boşaltıcılığı nedeniyle bir süre sonra meydana gelecek arızalardan kulunç ve kalça ağrısına, soğuk baş ağrısına ve çeşitli göz hastalıklarına açık faydası vardır.
Uşşak Makamı gönül yakan nağmeleri küçük çocuklarda kulağına güzel sesle okunursa gündüz ise bütün organlarında dolaşan kuru ve sıcak yellere, yetişkin erkeklerde meydana gelen ayak ağrılarına faydalı olup, söylenmesi çocukların uykusunu getirme ve naz uykusunda dinlenmeye etkisini kesinlikle meydana çıkar.
Hüseynî Makamı ferahlık verir, çocukların karaciğer, kalp ve ruhlarının iltihabını söndürme ve harareti (beden ısısını) düşürme ve mide hararetine ve ergin erkeklerde gizli humma, dört günde bir gelen humma nöbetine ve vücut ısısının düşmesine gayet faydalıdır.
Neva Makamı gönül okşayıcı bu makamın da ergenlik çağına gelmiş çocuklarda meydana gelen urk-un nisa hastalığı ve kalça ağrısına tam faydası olup kötü düşünceler adı geçen nağmelerin sürekli olarak söylenmesiyle ortadan kalkıp gönül sevincine pek çok yararı vardır.
Bu konuda literatür oldukça zengin olmakla beraber bu listeleri daha da çoğaltmak mümkündür. Hatta hangi milletlerin, hangi ırkların (renklerine göre) hangi makamlardan zevk aldıkları, hangi makamların, günün hangi saatinde okunmasıyla daha çok haz ve huzur vereceği bile saptanmıştır.
Seher vakti doğa uyanış mahmurluğu içindeyken seba makamında okunan bir ezanın insan ruhunu nasıl okşadığı birçoğumuzca bilinmekledir. Kahramanlık güfteleri aynı, cenaze marşları ise ayrı makamlarda bestelenir. Bunların usulleri, yani ritimleri de ayrı olup anlatılmak istenilen düşünceye göre değişir.
Edirne Dârüşşifası için düzenlenen vakfiyelerde ve incelenen masraf defterlerinde bu konuda bir bilgiye rastlanmamıştır. Ancak Çelebi, bu konuyu o kadar canlı ve renkli olarak anlatmaktadır ki inanmamak mümkün değil.
Ayrıca hastanede musiki fasıllarının icra edildiği hakkında yaygın bir kanı vardır ki bu da sözlü kültür yoluyla günümüze ulaşmış bir belge olarak kabul edilebilir.
Bir dönem sonra bu uygulama da ciddiyetini yitirip yozlaşmış ve ehliyetsiz kişilerin içkili olarak musiki icrasına kalkışmaları üzerine de bu güzel geleneğe son verilmiştir. Dârüşşifa’nın büyük kubbe ile örtülü orta salonundan iki basamak merdivenle çıkılan sahne de burada musiki faslı icra edildiğinin yapısal bir tanığıdır.
Kaynakça: Yrd. Doç Dr. Ratip Kazancıgil, Edirne Sultan II. Bayezid KülliyesiTürk Kütüphaneciler Derneği Edirne Şubesi- 1994

HACI BAYRAM-I VELİ (1352-1430)




            HACI BAYRAM-I VELİ





Doğum ismi, Numan bin Ahmed, lakabı "Hacı Bayram"dır. 1352 (H. 753) tarihinde Ankara’nın Çubuk Çayı üzerinde Zülfadl (Sol-fasol) köyünde doğdu. Hacı Bayram-ı Veli, 14. ve 15. yüzyıllarda Anadolu’da yetişti.

Hacı Bayram Veli,Ankara'da tarikat kurmuş bir bilgin ve şairdir.İlahi ve şathiye tarzı birkaç şiiri günü­müze kadar uIaşmıştır.Sade ve coşkun bir dili vardır.He­ce öIçüsü y...anında aruzu da kullanmıştır.



Eserlerini Türkçe olarak yazarak Türkçe kulanımını Anadolu'da önemli şekilde etkiledi.

Sultan Murad Han verdiği ünlü bir fermanda, Hacı Bayram-ı Veli'nin talebelerinin, yalnız ilim ile meşgul olmaları için, onların vergi ve askerlikten muaf tutulduğu bildirmiştir.

Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u feth edeceğini II. Mehmed'in babası II. Murad'a bildirdiği rivayet olunur.

Bir gün medreseye birisi gelerek; “İsmim Şüca-i Karamani’dir. Hocam Hamideddin-i Veli’nin selamı var. Sizi Kayseri’ye davet ediyor. Bu vazife ile huzurunuza geldim.” dedi. O da, Hamidüddin ismini duyunca; “Baş üstüne, bu davete icabet lazımdır. Hemen gidelim.” diyerek müderrisliği bıraktı. Birlikte Kayseri'ye yöneldiler ve Somuncu Baba diye bilinen Hamideddin-i Veli ile Kurban Bayramında buluştular. O zaman Hamideddin-i Veli; “İki bayramı birden kutluyoruz!” buyurdu ve ona Bayram lakabını verdi. Talebeliğe kabul etti. Din ve fen ilimlerinde yüksek derecelere kavuşturdu.

Hacı Bayram-ı Veli, hocasının vefatından sonra Ankara’ya gelerek doğduğu köye yerleşti. Yeniden talebe yetiştirmekle meşgul oldu. Sohbetleriyle hasta kalplere şifa dağıttı. Talebelerini daha çok sanata ve ziraate sevk ederdi. Kendisi de geçimini ziraatle sağlardı. Açtığı ilim ve irfan ocağına, devrinin meşhur alimleri, hak aşıkları akın etti. Damadı Eşrefoğlu Rumi, Şeyh Akbıyık, Bıçakçı Ömer Sekini, Göynüklü Uzun Selahaddin, Edirne ve Bursa ziyaretlerinde talebeliğe kabul ettiği Yazıcızade Ahmed (Bican) ve Mehmed (Bican) kardeşler ile Fatih Sultan Mehmed Hanın hocası Akşemseddin bunların en meşhurlarıdır.

Fatih’in babası Sultan İkinci Murad Han, Hacı Bayram-ı Veli’yi Edirne’ye davet edip, ilim ve manevi derecesini anlayınca, fevkalade hürmet göstermiş, Eski Cami'de vazettirmiş, tekrar Ankara’ya uğurlamıştır.

Sultan İkinci Murad Han kendisinden nasihat isteyince; İmam-ı Azam’ın, talebesi Ebu Yusuf’a yaptığı uzun nasihatı yaptı: “Tebean içinde herkesin yerini tanıyıp bil; ileri gelenlere ikramda bulun. İlim sahiplerine hürmet et. Yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster. Halka yaklaş, fasıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk. Kimseyi küçümseyip hafife alma. İnsanlığında kusur etme. Sırrını kimseye açma. İyice yakınlık peyda etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme. Cimri ve alçak kimselerle ahbablık kurma. Kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme. Bir şeye hemen muhalefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver. Seni ziyarete gelenlere faydalanmaları için ilimden bir şey öğret ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umumi şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Herkese itimad ver, ahbablık kur. Zira dostluk, ilme devamı sağlar. Bazan da onlara yemek ikram et. İhtiyaçlarını temin et. Onların değer ve itibarlarını iyi tanı ve kusurlarını görme. Halka yumuşak muamele et. Müsamaha göster. Hiçbir şeye karşı bıkkınlık gösterme, onlardan biri imişsin gibi davran.”

Hacı Bayram-ı Veli, ömrünün sonuna kadar İslamiyeti yaymak için çalıştı. 1429 (H. 833) tarihinde Ankara'da vefat etti. Türbesi kendi ismiyle anılan Hacı Bayram Camii'ne bitişik olup, ziyaret mahallidir. Vefatından sonra Bayramiyye yolunu talebelerinden Akşemsettin ve Bıçakçı Ömer Efendi devam ettirdiler.

Hacı Bayram-ı Veli, Yunus Emre tarzında şiirler söylemiştir. Şiirlerinde "Bayrami" mahlasını kullanmıştır.



Sosyal ve Kültürel Hayattaki Rolü



Hacı Bayram-ı Veli herşeyden önce bilim ve tasavvufu birleştirmeyi başarmış bir sufidir. İslamiyeti ilmi açıdan ele alarak iyice anlamış, önce profesör olarak medresede öğrenci yetiştirmiş sonrada tasavvuf hayatına adımını atmıştır. Tasavvuf felsefesi bakımından kendinden öncekilere göre bir yenilik getirmemiştir. Ancak mutasavvıf olarak dünyayı red ve terk yerine, onu imara yönelmiş etrafındakileri de teşvik etmiştir. Hacı Bayram-ı Veli’nin bu yanı devrine göre çok ileri görüşü simgeler. Hacı Bayram-ı Veli’nin etrafında okuma yazma bilmeyenler ve o devrin her çeşit meslek gruplarından insanlar bulunduğu gibi başta Akşemseddin olmak üzere Germiyanoğlu Şeyhi, Eşrefoğlu Rumi, Ahmed Bican, Yazıcıoğlu Muhammed gibi bilimadamları da bulunuyordu. Bu kadar farklı kültür gruplarını aynı potada eritmesi de büyük bir başarıdır. Müridlerini el emeği ile geçinmeye yani toprağı işlemeye ve el sanatlarına yönlendirmiştir. Kısacası herkese çalışma tavsiyesinde bulunmuş kendisi de buğday, arpa, burçak yetiştirerek onlara yaşayan örnek olmuştur. Bu şekilde müridlerini toprağa bağlı yaşamaya teşvik ederek Anadolu’ya Orta Asya’dan gelen Türk göçerlerin yerleşik hayata geçmesini sağlamış, Anadolu’da kalıcı Türk birliğinin sağlanmasında ve Osmanlı Devleti'nin medeniyet yolunda aşama kaydetmesinde önemli rol oynamıştır. Hacı Bayram-ı Veli’nin koyduğu imece usulü, yani hasadı bütün köylülerin katılımı ile ortaklaşa toplama yöntemi bugün bile hala Anadolu’da uygulanmaktadır. Anadolu’da ondan başka aynı etkiyi sağlamış bir mutasavvıf gösterilemez.

Hacı Bayram-ı Veli‘ye göre toplum iki ana kesime ayrılır: Zenginler ve yoksullar. Bu iki grubun arasında köprü kurulması ve yoksulların sosyo ekonomik güvenliğinin sağlanması görevini yaşadığı dönemde Hacı Bayram-ı Veli gerçekleştirmiştir. Mübarek aylarda müridleriyle beraber Ankara’nın ticari merkezlerinde dolaşır, dükkân sahiplerinden isteyenler zekat ve sadakalarını dervişlerin taşıdığı büyük bir torba içine atarlardı. Bu paralar bir yardım sandığında toplanır kimsesiz yaşlılara, dul bayanlara, öksüzlere, evlenemeyecek kadar fakir genç kızlara ve erkeklere, kitap alamayacak kadar fakir öğrencilere kısacası tüm ihtiyaç sahiplerine dağıtılırdı. Görüldüğü gibi günümüzün Kızılay, Çocuk Esirgeme Kurumu, Bağkur gibi sosyal yardımlaşma organizasyonlarının temeli bundan beş buçuk asır önce Hacı Bayram-ı Veli tarafından atılmıştır.

Hacı Bayram-ı Veli'nin güzel adetlerinden biri de tekkesinde sürekli bir kazan kaynatmasıdır ki bu adet kök olarak Orta Asya tasavvuf geleneğine, Hoca Ahmet Yesevi'ye dayanır. Tekkesindeki bu kazanda sürekli gece gündüz burçak çorbası kaynar; gelen geçen, zengin fakir, büyük küçük, kadın erkek herkes içerdi.

Hacı Bayram Camii tekkesinde hergün sabah ve yatsıdan sonra zikir meclisleri kurulur, öğle namazından önce ve sonra başta müridler olmak üzere her gruptan insana tefsir, fıkıh, hadis, kelam hatta felsefi ağırlıklı tasavvuf dersleri verilirdi. Bu şekilde toplumun eğitimi de gerçekleştiriliyordu.

Hacı Bayram-ı Veli Anadolu’da dil ve kültür birliğinin sağlanması için Türkçe eserler yazılmasında Leme’at ve Gülşen-i Raz gibi eserlerin Türkçeleştirilmesinde etkili olmuş kendisi de halkın anlayacağı dilden, Ahmet Yesevi geleneğine uygun olarak şiirler yazmıştır. Devrinde Arapça ve Farsça eser vermek revaçta iken, Hacı Bayram-ı Veli‘nin halk ile diyalog kurabileceği Türkçe'yi tercih etmesi belli bir misyona delalet eder. Bu misyon Anadolu’da dil birliğinin sağlanması ve Türk kültürürün hakim olmasıdır. Türkçecilik akımı müridlerini de etkilemiş, bu sufiler özellikle Türkçe eserler vermişlerdir. Yazıcıoğlu Muhammed, Ahmet Bican, Eşrefoğlu Rumi gibi öğrencilerinin Envaru-l Aşıkin, Muhammediye, Müzekki’n Nüfus gibi eserleri Anadolu'da yıllarca kolaylıkla okunmuştur halkın elinden düşmemiştir.



Hacı Bayram-ı Veli Camii Çilehanesi



Bayramilik’te manevi olgunluğu elde etmek üzere kırk gün süre ile insanlardan ayrılıp küçük bir çile odasında kalıp Allah’ı düşünmek, ona ibadet etmek, onun isimlerini anmak, susmak, az yemek, az içmek gibi uygulamalar büyük önem arzeder. Burda amaç zihnin Allah düşüncesi üzerinde yoğunlaşma yeteneği elde etmesidir. Bu uygulamanın temelinde Peygamber Muhammed'in peygamberlik gelmeden önce Hira mağarasında bir süre insanlardan uzak kalması, yine onun Ramazan ayının son on gününde itikafa çekilmesi vardır.

Çilehanenin biri caminin doğu kapısına açılan ancak şimdi ızgara ile kapatılan, diğeri ise son cemaat yerinin doğu köşesinde olmak üzere iki asıl girişi vardır. Ayrıca caminin içinden de merdivenli bir girişi bulunmaktadır. Günümüzde girişler son cemaat yerinden yapılmaktadır.

Çilehanenin bulunduğu alan cami gibi dikdörtgen planlıdır. Ancak bu dikdörtgen düzgün kenarlı değildir. Taş duvarlar, beyaz badanalı ve sadedir. Süsleme yapılmamıştır. Her iki girişten merdivenle, harimin yaklaşık 1/10 büyüklüğündeki düzgün olmayan bir dikdörtgen şeklindeki odaya inilir. Bu odanın batısında, yarı büyüklüğünde ikinci bir oda daha vardır. Bu odalardan ilki çeşitli amaçlarla kullanılabilecek bir giriş, diğeri abdest odasıdır. Günümüzde bu odalar ibadet amaçlı kullanılmaktadır.

Çilehanenin çile odaları ilk odaya açılan düzgün olmayan bir koridor boyu sıralanmışlardır. Bunlar dört tanedir. En sondaki çile odası mihrabın altına oldukça yakındır. Düzgün olmayan kare planlı bu odaların havalandırma bacaları vardır. Bu odaları Hacı Bayram-ı Veli ve öğrencileri Akşemseddin, Şeyh Eşrefoğlu Rumi ile tarikat üyeleri kullanmışlardır.



Hacı Bayram-ı Velî'den Nasihatler



Hiddet ve kin, hakîkatleri gören gözleri kör eder. Öfke, iyi düşünmeyi daraltır, yanıltır.

Hiçbir günâhı küçümsemeyin, çok çalışın. Boş gezenler, zengin bile olsa, arkadaşları şeytan, kalbleri şeytanın konağı olur.

İnsanların fitnesinden kurtulmak istiyorsanız, çarşı ve pazarlarda sık sık bulunmayınız

Dünyâ gamından, nefsin sıkıştırmasından hafifleyip kurtulmak istiyorsanız, kabristanları sık sık ziyâret ediniz

Ayıp ve kusurlarını gördüğünüz arkadaşlarınızın, komşularınızın, sırlarını ifşâ etmeyiniz. Çünkü gördüğünüz bu sırlar, size emânettir. Emânete hiyânet ise, çirkin bir harekettir.

Emaneti koruyunuz. Zira din de size emanettir, beden de.



Bir Şiir örneği



Bilmek istersen seni,

Cân içinde ara cânı.

Geç cânından bul ânı,

Sen seni bil, sen seni.



Kim bildi ef'âlini,

Ol bildi sıfâtını,

Anda gördü zâtını,

Sen seni bil, sen seni.



Görünen sıfâtındır,

O'nu gören zâtındır,

Gayri ne hâcetindir,

Sen seni bil, sen seni.



Kim ki hayrete vardı,

Nûra müstagrak oldu,

Tevhîd-i zâtı buldu,

Sen seni bil, sen seni.



Bayram özünü bildi,

Bileni anda buldu,

Bulan ol kendi oldu,

Sen seni bil, sen seni.  
http://tr.wikipedia.org/  

Mevlana Muhammed Celaleddin-i Belhi Konevi Selçuki


     Mevlana Muhammed Celaleddin-i Belhi Konevi Selçuki




Mevlânâ Celaleddin-i Belhi Konevi (Farsça:مولانا جلال الدین محمد رومی Mevlānā Celāl-ed-Dīn Muhammed Konevi ; d. 30 Eylül 1207 - ö. 17 Aralık 1273), İslam ve tasavvuf dünyasında tanınmış bir Fars[1][2](Bazı araştırmacının iddialarına göre Tacik)[3] kökenli şair, düşünce adamı ve Mevlevi yolunun öncüsüdür.



Mevlânâ bugünkü Afganistan'da bulunan Belh'te do...ğmuştur. Annesi, Belh Emiri Rükneddin'in kızı Mümine Hatun; babaannesi, Harzemşahlar hanedanından Türk prensesi, Melîke-i Cihan Emetullah Sultan'dır.[4] Babası, Sultânü'l-Ulemâ (Alimlerin Sultânı) unvanı ile tanınmış, Muhammed Bahâeddin Veled; büyükbabası, Ahmed Hatîbî oğlu Hüseyin Hatîbî'dir. Babasına Sultânü'l-Ulemâ (Alimlerin Sultânı) unvanının verilmesini kaynaklar Türk gelenekleri ile açıklamaktadır.[5]



"Efendimiz" manasına gelen Mevlânâ ise, kendisine karşı duyulan büyük saygının belirtisi olarak verilmiştir), dönemin İslam kültür merkezlerinden Belh kentinde hocalık yapan ve Sultan-ül Ulema (Bilginler Sultanı) lakabıyla anılan Bahaeddin Veled'in oğludur. Mevlânâ, babası Bahaeddin Veled'in ölümünden bir yıl sonra, 1232 yılında Konya'ya gelen Seyyid Burhaneddin'in manevi terbiyesi altına girmiş ve dokuz yıl O'na hizmet etmiştir.



Yaşamı



Babasının ölümüne kadar olan dönem

Harzemşah hükümdarları Bahaeddin Veled'in halk üzerindeki etkisinden her zaman tedirgin olmuştu; çünkü o, insanlara son derece iyi davranır, ayrıca onlara her zaman anlayabilecekleri yorumlar getirir, derslerinde kesinlikle felsefe tartışmalarına girmezdi. Söylenceler, Bahaeddin Veled ile Harzemşah hükümdarı Alaeddin Muhammed Tökiş (ya da Tekiş) arasında geçen bir olaydan söz eder: Bahaeddin Veled bir gün dersinde, felsefeye ve felsefecilere şiddetle çatmış, onları İslam dininde var olmayan şeylere (bid'at) uğraşmakla suçlamıştı. Ünlü İslam felsefecisi Fahrettin Razi buna çok kızdı ve onu Muhammed Tökiş'e şikayet etti. Hükümdar, Razi'yi çok sayar ona özel olarak itibar ederdi. Razi'nin uyarıları ve halkın Bahaeddin Veled'e gösterdiği ilgi ve saygı bir araya gelince, kendi yerinden kuşkuya düşen Tökiş, Belh kentinin anahtarlarını ona gönderdi. Bu, benim yerime iktidarı sen kullan, anlamına gelen bir davranıştı. Söylendiğine göre bu davranışı "bir yerde iki sultan olmaz" diye karşılayan Bahaeddin Veled, hemen göç hazırlıklarına başladı, ailesini, kitaplarını, sadık müritlerini yanına alarak ülkeden ayrıldı (1212 ya da 1213).



Nişapur kentinde ünlü şeyh Feridüttin Attar onları karşıladı. Aralarında önemli konuşmalar geçti. Küçük Celaleddin de bu konuşmaları dinliyordu. Attar, Esrarname (Sırlar Kitabı) adlı ünlü kitabını Celaleddin'e hediye etti ve yanlarından ayrılırken küçük Celaleddin'i kastederek, yanındakilere "bir deniz bir ırmağın ardına düşmüş gidiyor" dedi. Bahaeddin Veled'e de, "umarım yakın bir gelecekte oğlunuz alem halkının gönlüne ateş verecek ve onları yakacaktır" diye bir açıklama yaptı (Mevlânâ Esrarname 'yi her zaman yanında taşımış, Mesnevi'sinde Attar'dan ve onun kıssalarından sık sık söz etmiştir).

Kafile, Bağdat'ta üç gün kaldı; sonra hac için Arabistan'a yöneldi. Hac dönüşü, Şam'dan Anadolu'ya geçti ve Erzincan, Akşehir, Larende'de (günümüzde Karaman) konakladı. Bu konaklama, yedi yıl sürdü. On sekiz yaşına gelmiş olan Celalettin, Semerkandlı Lala Şerafettin'in kızı Gevher Hatun ile evlendi. Oğulları Mehmet Bahaeddin (Sultan Veled) ile Alaeddin Mehmet, Larende'de doğdular. Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubat, sonunda Bahaeddin Veled'i ve Celaleddin'i Konya'ya yerleşmeye razı etti. Onları yollarda karşıladı. Altınapa Medresesi'nde konuk etti. Başta hükümdar olmak üzere saray adamları, ordu ileri gelenleri, medreseliler ve halk, Bahaeddin Veled'e büyük bir saygıyla bağlanıyor, müridi oluyordu. Bahaeddin Veled 1231'de Konya'da öldü ve Selçuklu Sarayı'nda gül bahçesi denilen yere defnedildi. Hükümdar yas tutarak bir hafta tahtına oturmadı. Kırk gün, imarethanelerde onun için yemek dağıtıldı. Bu mesnevisi de böylece sona ermiş oldu



Babasının ölümünden sonraki dönem



Babasının vasiyeti, sultanın buyruğu ve Bahaeddin'in müritlerinin ısrarlı ricaları sonucu Celaleddin babasının yerine geçti. Bir yıl süreyle dersleri, vaazları ve fetvaları o verdi. Sonra, babasının öğrencilerinden Tirmizli Seyhit Burhaneddin Muhakkik ile buluştu. Tirmizli olduğu için Tirmizi diye anılan Burhaneddin, Konya'daki bu buluşmada genç Celaleddin'i o çağda geçerli olan bütün İslam bilim dallarından sınava soktu. ve gösterdiği başarıdan sonra "bilgide eşin yok; gerçekten seçkin bir ersin. Ne var ki, baban hal ehli (gönül ve ruh adamı) idi; sen kal ehlisin (söz adamı). Kal'i bırak, onun gibi hal sahibi ol. Buna çalış, ancak o zaman onun gerçek varisi olursun, ancak o zaman Güneş gibi alemi aydınlatabilirsin" dedi (Sultan Veled (Mevlânâ'nın oğlu) ünlü İbtidaname (Başlangıç Kitabı) adlı kitabında olayı böyle anlatır). Bu uyarıdan sonra, Celaleddin 9 yıl boyunca Burhaneddin Muhakkik Tirmizi'ye müritlik etti, seyr-ü sülük denen tarikat eğitiminden geçti. Halep ve Şam medreselerinde öğrenimini tamamladı, dönüşte Konya'da hocası Tirmizi'nin gözetiminde art arda üç kez çile çıkarttı, riyazete (her tür perhiz) başladı. Hocası artık Kayseri'ye dönmek istiyor, Celaleddin onu bırakmıyordu. Günün birinde Tirmizi, öğrencisinden habersiz yola çıktı ama yolda atı tökezleyip düşünce ayağı incindi. Dönüp Konya'ya geldi ve Celaleddin'e "neden beni bırakmıyorsun?" diye sordu. O da hocasına "neden gitmek istiyorsun?" dedi. Tirmizi bu soruya şu yanıtı verdi: "Buraya güçlü bir gönül aslanı yöneldi, sana gelecek. Ben de bir din aslanıyım. Biz birbirimizle geçinemeyiz, birbirimize ağır geliriz". Bu açıklamadan sonra Tirmizi, Kayseri'ye gitti ve 1241'de orada öldü. Celaleddin, Konya'ya yönelen o gönül aslanını bir süre bekledi. Ne var ki, hocasını unutamıyordu. Bütün kitaplarını ve ders notlarını topladı. Fihi-Ma Fih (Ne Varsa İçindedir) adlı yapıtındaki açıklamalarında sık sık hocasından alıntılar yaptı. Beş yıl boyunca medrese fıkıh ve dinbilim okuttu, vaiz ve irşatlarını sürdürdü.



Tebrizli Şems

1244'te Konya'nın ünlü Şeker Tacirleri (Şeker Furuşan) hanına baştan ayağa karalar giymiş bir gezgin indi: Adı Şemsettin Muhammed Tebrizi (Tebrizli Şems) idi. Yaygın inanca göre Ebubekir Selebaf adlı ümi bir şeyhin müridi idi. Gezici bir tüccar olduğunu söylüyordu. Sonradan Hacı Bektaş Veli'nin Makalat (Sözler) adlı kitabında da anlattığına göre, bir aradığı vardı. Aradığını Konya'da bulacaktı, gönlü böyle diyordu. Yolculuk ve arayış bitmişti. Ders saatinin bitiminde İplikçi Medresesin'ne doğru yola çıktı ve Mevlânâ'yı atının üstünde danişmentleriyle birlikte gelirken buldu: atın dizginlerini tutarak sordu ona: "Ey bilginler bilgini, söyle bana, Muhammed mi büyüktür, yoksa Bayezit Bistami mi?" Mevlânâ yolunu kesen bu garip yolcudan çok etkilenmiş, sorduğu sorudan ötürü şaşırmıştı: "Bu nasıl sorudur?" diye kükredi. "O ki peygamberlerin sonuncusudur; O'nun yanında Bayezit'in sözü mü olur?" Bunun üstüne Tebrizli Şems şöyle dedi: "Neden Muhammed 'kalbim paslanır da bu yüzden Rabbime günde yetmiş kez istiğfar ederim' diyor da , Bayezit 'kendimi noksan sıfatlardan uzak tutarım, bedenimin içinde Allah'tan başka varlık yok' diyor; buna ne dersin?" Bu soruyu Mevlânâ şöyle karşıladı: "Muhammed her gün yetmiş makam aşıyordu. Her makamın yüceliğine vardığında önceki makam ve mertebedeki bilgisinin yetmezliğinden istiğfar ediyordu. Oysa Bayezit ulaştığı makamın yüceliğinde doyuma ulaştı ve kendinden geçti, gücü sınırlıydı.; onun için böyle konuştu". Tebrizli Şems bu yorum karşısında "Allah, Allah" diye haykırarak onu kucakladı. Evet, aradığı O'ydu. Kaynaklar, bu buluşmanın olduğu yeri Merec-el Bahreyn (iki denizin buluştuğu nokta) diye adlandırdı.



Oradan, birlikte, Mevlânâ'nın seçkin müritlerinden Selahaddin Zerkub'un hücresine (medresedeki odası) gittiler ve halvet (iki kişilik kesin bir yalnızlık) oldular. Bu halvet süresi hayli uzun oldu (kaynaklar 40 gün ile 6 aydan söz eder). Süre ne olursa olsun, Mevlânâ'nın yaşamında bu sırada büyük bir değişme oldu ve yepyeni bir kişilik, yepyeni bir görünüm ortaya çıktı. Mevlânâ artık vaazlarını, derslerini, görevlerini, zorunluluklarını, kısaca her davranışı, her eylemi terk etmişti. Her gün okuduğu kitapları bir yana bırakmış, dostlarını, müritlerini aramaz olmuştu. Konya'nın hemen her kesiminde, bu yeni duruma karşı bir itiraz, bir isyan havası esiyordu. Kimdi bu gelen derviş? Ne istiyordu? Mevlânâ ile hayranları arasına nasıl girmiş, ona bütün görevlerini nasıl unutturmuştu. Şikayetler, ayıplamalar o dereceye vardı ki, bazıları Tebrizli Şems'i ölümle bile tehtid ettiler. Olaylar böyle üzücü bir görünüm kazanınca, bir gün canı çok sıkılan Tebrizli Şems, Mevlânâ'ya Kur'an'dan bir ayet okudu. Ayet, "işte bu, sen ile ben'in arasındaki ayrılıktır" anlamına geliyordu. Bu ayrılık gerçekleşti ve Tebrizli Şems bir gece habersizce Konya'yı terk etti (1245).



Tebrizli Şems'in gidişinden son derece etkilenen Mevlânâ kimseyi görmek istememiş, kimseyi kabul etmemiş, yemeden içmeden kesilmiş, sema meclislerinden, dost toplantılarından büsbütün ayağını çekmişti. Özlem ve aşk dolu gazeller söylüyor, gidebileceği her yere gönderdiği ulaklar aracılığıyla Tebrizli Şems'i aratıyordu. Müritlerin bazıları pişmanlık duyup Mevlânâ'dan özür dilerken, bazıları da Tebrizli Şems'e büsbütün kızıp kinlenmekteydiler. Sonunda onun Şam'da olduğu öğrenildi. Sultan Veled ve yirmi kadar arkadaşı Tebrizli Şems'i alıp getirmek üzere acele Şam'a gittiler. Mevlânâ'nın geri dönmesi için yanıp yakardığı gazelleri ona sundular. Tebrizli Şems, Sultan Veled'in ricalarını kırmadı. Konya'ya dönünce kısa süreli bir barış yaşandı; aleyhinde olanlar gelip özür dilediler. Ama Mevlânâ ile Tebrizli Şems gene eski düzenlerini sürdürdüler. Ancak bu durum pek fazla uzun sürmedi. Dervişler, Mevlânâ 'yı Tebrizli Şems'ten uzak tutmaya çalışıyorlardı. Halk da Mevlânâ'ya Tebrizli Şems geldikten sonra ders ve vaaz vermeyi bıraktığı, sema ve raksa başladığı, fıkıh bilginlerine özgü kıyafetini değiştirip Hint alacası renginde bir hırka ve bal rengi bir küllah giydiği için kızıyordu. Tebrizli Şems'e karşı birleşenler arasında bu kez Mevlânâ'nın ikinci oğlu Alaeddin Çelebi'de vardı.



Sonunda sabrı tükenen Tebrizli Şems "bu sefer öyle bir gideceğim ki, nerde olduğumu kimse bilmeyecek" deyip, 1247 yılında bir gün ortadan kayboldu (ama Eflaki onun kaybolmadığını, aralarında Mevlânâ'nın oğlu Alaeddin'in de bulunduğu bir grup tarafından öldürüldüğünü ileri sürer). Sultan Veled'in deyişine göre Mevlânâ adeta deliye dönmüştü; ama sonunda onun gene geleceğinden umudunu keserek yeniden derslerine, dostlarına, işlerine döndü. Tebrizli Şems'in türbesi Hacı Bektaş Dergahı'nda diğer Horasan Alperenlerinin yanındadır.



Selahattin Zerküb

Bu dönemde Mevlânâ, Tebrizli Şems ile kendi benliğini özdeşleştirme deneyimini yaşıyordu (bu, bazı gazellerin taç beyitinde kendi adını kullanması gerekirken, Tebrizli Şems'in adını kullanmasından da anlaşılmaktadır). Aynı zamanda Mevlânâ o sırada kendine en yakın hemhal olarak (aynı hali paylaşan dost) Selahattin Zerküb'u seçmişti. Tebrizli Şems'in yokluğunu onunla gideriyor. Selahattin Zerküb, Mevlânâ'nın gözünde Şems ile özdeşleşiyordu. Selahattin, erdemli ama okuması yazması olmayan bir kuyumcuydu. Aradan kısa bir zaman geçince, bu kez müritler Tebrizli Şems yerine Selahattin'i hedef edindiler. Ne var ki bu kez Mevlânâ ve Selahattin kendilerine karşı duyulan gergin havaya pek aldırmadılar. Selahattin'in kızı Fatma Hatun ile Sultan Veled evlendirildi.

Mevlânâ ile Selahattin on yıl süreyle bir arada bulundular. Selahattin'i öldürme girişimleri oldu ve bir gün Selahattin Mevlânâ'dan "bu vücut zindanından kurtulmak için izin istediği" rivayeti yayıldı; üç gün sonra da Selahattin öldü (Aralık 1258). Selahattin'in cenazesinin ağlayarak değil, neyler ve kudümler çalınarak, sevinç ve şevk içinde kaldırılmasını vasiyet etmişti.



Selahattin'in ölümünden sonra, yerini Hüsamettin Çelebi aldı. Hüsamettin'in babası, Konya yöresi ahilerinin reisiydi. Onun için, Hüsamettin Ahi Türk oğlu diye anılırdı. Varlıklı bir kişiydi ve Mevlânâ'ya mürit olduktan sonra bütün servetini onun müritleri için harcadı. Beraberlikleri Mevlânâ'nın ölümüne kadar on yıl sürdü. O aynı zamanda Vezir Ziyaettin tekkesinin de şeyhiydi ve böylece iki ayrı makam sahibiydi.



İslam tasavvufunun en önemli ve en büyük yapıtı olan Mesnevi-i Manevi (genellikle yalnız Mesnevi diye anılır) Hüsamettin Çelebi aracılığıyla yazılmıştır. Bir gün birlikte sohbet ederlerken Çelebi bir konudan yakındı ve "müritler", dedi, "tasavvuf yolunda bir şeyler öğrenmek için ya Hakim Senai'nin Hadika (Bahçe) adlı kitabını okuyorlar ya Attar'ın İlahiname 'sini, Mantık-ut-Tayr ını (Kuş Dili) okuyorlar. Oysa bizim de eğitici bir kitabımız olsaydı herkes bunu okuyacak ve ilahi gerçekleri ilk elden öğrenecekti." Hüsamettin Çelebi sözünü bitirirken, Mevlânâ sarığının katları arasından bükülmüş bir kâğıt uzattı genç dostuna; Mesnevi 'nin ünlü ilk 18 beyti yazılmıştı ve hoca, müridine şöyle diyordu: "Ben başladım, gerisini sen yazarsan ben söylerim."

Bu çalışma yıllar boyu sürdü. Yapıt, 25.700 beyitten oluşan 6 ciltlik bir bütündü. Tasavvuf öğretisini birbirinden çıkan ilgi çekici öyküler aracılığıyla anlatıyor, olayları yorumlarken tasavvuf ilkelerini açıklıyordu. Mesnevi bittiği zaman artık epeyce yaşlanmış olan Mevlânâ yorgun düşmüş, ayrıca sağlığı da bozulmuştu. 17 Aralık 1273'te de öldü. Mevlana'nın öldüğü gün olan 17 Aralık, düğün gecesi anlamına gelen ve sevgilisi olan rabbine kavuşma günü olduğu için Şeb-i Arûs olarak anılır.



İlk eşi Gevher Hatun ölünce, Mevlânâ Konya'da ikinci kez Gera Hatun ile evlenmiş ve ondan Muzafferettin Alim Çelebi adında bir oğlu ve Fatma Melike Hatun adında bir kızı olmuştu. Mevlânâ'nın soyundan gelen Çelebiler, genellikle Sultan Veled'in oğlu Feridun Ulu Arif Çelebi'nin torunlarıdır; Melike Hatun torunlarıysa Mevleviler arasında İnas Çelebi olarak anılır.EN BÜYÜK EDEBİYATCILARIMIZDANDIR



2007 UNESCO Dünya Mevlana Yılı



Mevlânâ'nın 800.doğum yılı olan 2007 UNESCO tarafından dünya Mevlânâ yılı ilan edilmiştir. Bu karar Mozart yılı olan 2006'nın mart ayında alınmıştır.



Eserleri

Mesnevi

Büyük Divan

Fihi Ma-Fih

Mecalis-i Seb'a (Mevlana'nın 7 vaazı)

Mektubat (Mektuplar)



KAYNAK

^ Annemarie Schimmel, The Triumphal Sun: A Study of the Works of Jalaloddin Rumi, SUNY Press, 1993, S. 193: “Rumi’s mother tongue was Persian, but he had learned during his stay in Konya, enough Turkish and Greek to use it, now and then, in his verse”

^ Franklin Lewis, Rumi Past and Present, East and West, Oneworld Publications, 2000, S. 9: “How is it that a Persian boy born almost eight hundred years ago in Khorasan, the northeastern province of greater Iran, in a region that we identify today as Central Asia, but was considered in those days as part of the greater Persian cultural sphere, wound up in Central Anatolia on the receding edge of the Byzantine cultural sphere, in which is now Turkey, some 1500 miles to the west?”

^ C.E. Bosworth/B.G. Fragner, "Tādjīk", Encyclopaedia of Islam, Online Edition ve B. Ghafurov, "Todjikon", 2 vols., Duşanbe, 1983-5

^ Hazreti Mevlânâ Muhammed Celâleddin-i Rûmî Hayatı ve Şahsiyeti, Yrd.Doç.Dr. A. Selâhaddin HİDÂYETOĞLU, S.Ü. İlahiyat Fakültesi Türk-İslâm Edebiyatı Anabilim Dalı Öğretim Görevlisi, 1996

^ Midhat Bahari BEYTUR, Divan-ı Kebir'den Seçme Şiirler, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1965, C.l/s.17

Gelişim Hachette, Cilt 7, sf.2841, Gelişim Yayınları



Prof.Dr.Erkan Türkmen

YUNUS EMRE



YUNUS EMRE

Yûnus Emre’nin bir hayli uzun ömür sürmüş olduğu, Karamanlı olduğu, Horasan’dan gelen İsmail Hacı Cemaati mensuplarından bulunduğu ve Karamanoğlu İbrahim Beğ’den bir yer satın aldığı hususlarında tarihi vesikalar mevcuttur.[Faruk K. Timurtaş, Yunus Emre Divanı]Yûnus Emre'yle ilgili bütün kaynak ve belgelerde, atalarının Horasan'dan gelerek Karaman'a yerleştiği ve Yunus Emre'nin Karaman'da yaşadığı açıkça belirtilmektedir.Başbakanlık arşivi 63 sayıda kayıtlı ve H. 924/ Miladi 1518 yılında Yavuz Sultan Selim Han adına Karaman Eyaleti Vakıflarını içine alan defterin 2354, sahifesinden, Yunus’un bağlı bulunduğu aile reisi İsmail Hacının Horasan’dan cemaati ile Larende’ye (Karaman) gelerek burada yerleşip, yurt edindiği öğrenilmektedir. Bu belgelerde adı geçen Hacı İsmail Köyü’nü yine adı geçen Hacı İsmail kurmuştur. Bu köyün yeri Karaman’a 29 km uzaklıktadır. Yine ikinci belge İsmail Hacının ve torunlarının da adı geçen belgeden öğrenildiğine göre Yunus Emre, Karamanoğlu İbrahim Bey’den YERCE adındaki yeri satın almıştır. Kendisi ölünce de mülkü çocuklarına geçmiştir. İsmail Hacı topluluğunun Vakıfnamelere, mülknamelere geçmeyen otlak ve benzeri yerlerini Kemal Paşazade (1468-1534) bulmuş ve defterine geçmiştir. Yunus Emre’nin İsmail Hacı soyundan olduğunu gösteren bu belgelerdeki yerleri, ünlü tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı uzun süre çalışarak bulmuş ve belgelerle uygunluğunu belirlemiştir. 500 yıl önceden gelen bu belgedeki adı geçen yerler bugün de aynı adlarla anılmaktadır.Yine başka bir belgede (Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü eski kayıtlar arşivi yeni 584, eski 254) Konya Evkafının H.992/M.1584 tarihli yazısında Larende'deki(Karaman) Yunus Emre’nin zaviyesinden söz eden bölümünde Yunus Emre’nin babasının adının, İsmail olduğu bildirilmektedir. Kayıt şöyle : Vakf-ı Zaviye-i Yunus Emre İbn-i İsmail Meşhur bi Kirişçi baba der nefs-i Larende”
Karamanoğulları tarihini içine alan Şikari tarihinde, Yunus Emre ile ilgili ve Yunus Emre’nin Karaman’da olduğunu bildiren bölümler mevcuttur.
Ünlü Seyyah
Evliya Çelebi, 1648 yılında Karaman’a gelmiş, camileri, türbeleri, ilginç yerleri dolaşmış, buralara ait tarihi bilgileri Seyahatname isimli kitabına(9. cilt) koymuştur. İşte, Evliya Çelebi’nin gördüğü yerlerden birisi de Yunus Emre’nin türbesidir. Evliya Çelebi şöyle diyor : “Kirişçi Baba Camiinde, Yunus Emre Hazretleri Merkadı (Mezarı) bulunmaktadır. Anın Türkice tasavvufune ebyat-u eş’arı, ilahiyatı meşhur-i afaktır.” C.9 Yûnus Emre Camii Karamanoğulları dönemine ait Karaman Merkez Kirişçi Mahallesinde, kesme taştan, merkezi kubbeli bir yapıdır.Son cemaat yerinde dört sütun üzerinde, ortada oval, yanlar da yuvarlak kubbeler vardır.Kubbeye, içten dört köşede yarımşar kubbe ile geçilir. Stelaktitli alçı mihrabı, geometrik süs, kıvrık dal motifi ve nesih yazı ile dekore edilmiştir.Merkezi kubbenin sağında, iki kemer açıklıklı dikdörtgen planındaki zikir yerine, buradan da Yûnus Emre'ye ait türbeye geçilir.Daha önce bir çok onarımla orjinalliği bozulan cami, 1994 yılında aslına uygun olarak yeniden restore edilmiştir.Yûnus Emre Türbesi Karaman Merkez Kirişçi Mahallesinde Yunus Emre Cami bitişiğindedir. Türbenin cami içine iki, batıya da bir penceresi açılır. Türbe Yûnus Emre Tekkesi ile birlikte Karaman oğlu devrinde yapılmıştır. Tamamen kesme taşla yapılmış, üzeri beşik tonoz örtülüdür. Türbenin içinde tahtadan işlemesiz olarak yapılmış 4 sanduka vardır. Kapıya göre sonda olan sanduka Yûnus Emre'ye, 2. sanduka Tapduk Emre'ye, 3. sanduka Yûnus Emre'nin oğluna, 4. sanduka da kızına aittir.
Umumiyetle onun hakkında bilinenler, muhtelif menkıbeler ve şiirlerindeki ipuçlarından ibarettir.
Bektâşi menâkıbnâme (velayetname)lerinde Yûnus’un Sivrihisar yakınında Sarıköyde doğduğu ve orada öldüğü zikr edilmekte ise de, bu husus bir rivayetten ileriye gidememektedir. Son zamanlarda bulunan bir vesikada Yûnus Emir Beğ adlı bir şahsın Sarıköy’deki çiftliğini zaviyesine vakf ettiği kayıt edilmektedir. Eski yazıda “emir” ve “emre” kelimelerinin yazılışı birbirine benzemekle beraber, isimde Beğ kelimesinin de kullanılması ve “Emir” “Beğ” sıfatlarının tarikat mensuplarına verilmesi mû’tad olan sıfatlardan olmayıp mülkî bir sıfat olması, bu şahsın Yûnus Emre olamayacağını göstermektedir. Prof.Dr.İ.Hulusi GÜNGÖR Yunus Emre’nin Karaman ve Sarıköy ile ilgili hangi belgelerde, adının nasıl geçtiği hakkındaki devlet arşivlerine dayanan araştırmasında Karaman'ın haklılığı üzerinde durmuştur.• Sarıköyle ilgili belgelerden 21 sarf evrakı dışındakilerde zaviye sahibi olarak 7 belgeden 3'ünde “Yunus Emir Bey” ve 5' inde “Yunus Emre” adı geçmektedir. 21 sarf evrakı da hesaba katılırsa ortaya çıkan 28 evraktan 10 tanesinde “Yunus Emre”, 2 tanesinde “Yunus Emrem”, diğerlerinde ise bunların dışında isimler ve 3 defa “Yunus Emir Bey” ismi geçmektedir. Bu durumda, belgelerin ancak % 43'ünde “Yunus Emre” ve “Yunus Emrem” adları geçmekte, diğerlerinde bunlardan başka isimler yer almaktadır.• Karaman ile ilgili belgelerin 8'inde “Yunus Emre”, 9'unda Yunus Emrem” adı geçmektedir. Karaman belgelerinde başka adla anılan kimse yoktur.• Sarıköy ile ilgili belgelerin değişik isimlerle anılan 21 sarf evrakı haricinde 7 evraktan sadece 1 tanesinde, yani % 14'ünde Yunus Emre "Hazretleri" sıfatıyla anılmıştır. Diğer belgelerde sıfat kullanılmamıştır.• Karaman ile ilgili 17 belgenin 10'unda “Yunus Emre” ve “Yunus Emrem merhum, magfur-ünleh, Kuddise sırrıh-ül aziz, Kutb-ül arifin” gibi sıfatlarla anılmıştır.• Sarıköy ile ilgili padişah berat ve kayıtlardan 6 tanesinin sadece 1 tanesinde (% 17'si'nde) “Yunus Emre” saygıdeğer bir sıfatla anılmaktadır.• Karaman ile ilgili padişah berat ve kayıtlarından 8'inden 5'inde (% 65'inde) “Yunus Emre” ve “Yunus Emrem” saygılı sıfatlarla anılmaktadır. (Kaynak: Devlet Arşivindeki Belgelerle Yunus Emre-Prof. İ.Hulusi GÜNGÖR)
Yunus Emre'nin dedelerinin Horasan'dan göçerek Anadolu'da ilk yerleştikleri Tekke adlı yerde bulunan İsmail Hacı Tekkesi, mezarı ve çevresi
Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın 2006 yılında gönderdiği 434 Milyar TL’lik ödenekle 2006 yılı içerisinde restore edilmiş ve Yunus Emre'nin atalarına ait bu yer de bilim dünyasına kazandırılmıştır.Bu restorasyon için 12 Mayıs 2006 tarihinde Türk Dil Bayramı ve Yunus Emre'yi Anma Etkinlikleri çerçevesinde bir de tören düzenlenmiştir.
Yûnus Emre’nin hayatı ve yaşadığı çağ hakkında bilinen hususlardan biri, Risalet-ün-NushiyyeRisâletü’n-Nushiyye]] adlı eserini H. 707/ M. 1307-1308 târihinde yazmış olmasıdır. Eserin sonunda şu beyit bulunmaktadır:Söze târih yidi yüz yidi-y-idiYûnus canı bu yolda fidi-y-idi
Süleymaniye Kütüphanesi Yunus Emre Divanı el yazması nüshalarından biri olan Karaman nüshasında beyit şu şekilde kayıt edilmiştir.Ki tarih dahi yidi yüzde-y-idiYunus canı bu yolda fidi-y-di
Eserini olgun ve ilerlemiş bir yaşta yazdığı anlaşılan Yûnus Emre, son zamanlarda bir mecmuada bulunan kayda göre H. 720/M. 1302-1321 târihinde vefat etmiştir. “ Vefat-ı Yûnus emre, sene 720, müddet-i ömr 82 ” Bu sözlerden H. 638/M.1240-1241 yılında doğduğu ortaya çıkmaktadır.
Fakîh Ahmed Kutbuddin Sultan Seyyid NecmüddinMevlana Celalüddin ol kutb-ı cihan kanı.
Bu beyitte adı geçen Hoca Ahmed Fakîh “ Carhname ” adlı eserin de sahibidir ve Yûnus’un doğumundan 20 yıl önce 1221’de (H.618) vefât etmiştir.
Yûnus’un şiirlerinde Geyikli Baba ve Seydi Balum’un adları da geçmektedir:Geyiklü’nün ol Hasan söz eyitmiş kendündenKudret dildür söyler kendünün söz nesidür,
Seydi Balum ilinden şeker tamar dilindenDost bahçesi yolundan eve dervişler geldi,
Yûnus’un kınadığı Geyikli Baba,
Osman Gazi (1299-1326) ve Orhan Gazi (1326-1359) devirlerinde yaşamış, garip halleriyle ilgi uyandırmış bir şeyhtir. Seyyid Balum (Balum Sultan), muhtemelen Germiyan Oğullarından bir beydir ve Geyikli Babanın müridlerindendir. Yûnus’un çağdaş olarak bahsettiği bu kimselerin yaşadığı devir, XIII. yüzyılın ikinci yarısıyla, XIV. Yüzyılın ilk yarısıdır. Yûnus’un kendisi de XIII. Yüzyılın ikinci yarısında ve XIV.Yüzyılın başında yaşamıştır. Bu târih Selçukluların sonu ile Osman Gazi devirlerine rastlamaktadır. Âşık Paşazâde, Yûnus’u Orhan Gazi devrinde yaşamış gösterir ise de, doğru değildir. Taşköprü-zâde’nin Yûnus’un Yıldırım Bâyezıd (1389-1402) devrinde yaşadığını kayd etmesi de, tabiatıyla gerçeğe uymamaktadır. Yûnus Emre’nin şiirlerinden düzgün bir tahsil gördüğü, Arapça ve Farsçayı, İslâmî ilimleri, İslâm târihini kısacası devrinin bütün ilimlerini iyice bildiği anlaşılmaktadır. O devirde en önemli ve meşhûr ilim ve kültür merkezi Larende(Karaman) olduğuna göre(Hz.Mevlana bile ikamet için Anadolu şehirleri içerisinde Larende'yi(Karaman) tercih etmiş,en verimli yedi yılını burada geçirmiş daha sonra Selçuklu Sultanının ısrarına dayanamayarak Konya'ya intikal etmiştir.)Yûnus büyük ihtimalle tahsîlini Karaman’da yapmıştır. Yûnus’un Mevlânâ ile görüşmediği Mevlana'nın vefatından bir süre sonra Konya'ya uğradığı ve Türbesinin yapımında bulunduğu rivayet edilir. O'nun “ safâ nazarından ” feyz aldığını, semâ‘ meclislerinde bulunduğunu aşağıya aldığımız beyitler açıkça ortaya koymaktadır. Yûnus’un şu beyitlerinde de Konya’nın adı geçmektedir:Bir gönül ele getür feragat ol geç oturGonya(Konya) şehrinde yatur ol iki sultan kânı,
Yûnus’un bu sözünden sen mâ’nî anlar-ısanKonya menâresini göresin bir çuvalduz
Yûnus Emre Dîvânı’nında
Moğolların Anadolu’yu istila etmelerinin izleri de görülmektedir:Işkın çeri saldı benüm gönlüm evi ikîimineCanumı esîr eyledün n’ider bana yağı Tatar,
Ol budakta biter iman, iman bitse gider gümanDün gün işüm budur heman nefsüme bir Tatar oldum,
Okırsın tasnif kitâb çekersin bunca azâbHavf u recâ sende yok öyle ki bir Tatarsın,
Yûnus’un birçok şehirleri ve illeri dolaştığı hususunda da şiirleri ip ucu vermektedir:Gezerem
Rum ile Şam’ı yukarı illeri kamuÇok istedüm bulamadum şöyle garib bencileyin
İndik Rûm’a kışladuk çok hayr ü ser işledükUş bahâr oldı girü göçdük elhamdü lillâh
Yûnus Emre’nin Yukaru-İlleri (
Azerbaycan ve İran); Anadolu şehirlerini, Şam (Suriye İllerini) ne maksatla dolaştığı belli değildir. Belki tahsil için, belki büyük ilim ve gönül adamlarını ziyaret maksadıyla, belki bir aşk hicranı dolayısıyla bu seferleri ihtiyar etmiştir. Belki de bu saydığı yerlere hiç gitmemiştir, bunlar gitmeği arzuladığı diyarlardır.
Yûnus’un uzun bir ömür sürdüğü şiirlerinden de anlaşılmaktadır:Niceler eydür Yûnus’a kocaldu ışkı kogılIşk bize yenile geldi henüz dahı turvandadur,
Aşık Yûnus bu sözi muhâl diye söylemezMa’ni yüzin gösterür bu aşıklar kocası,
İki kişi söyleşür Yûnus’ı görem deyüBiri eydür ben gördüm bir âşık koca-y-mış,
Evlenmiş olduğunu ise şu beyit göstermektedir:Bundan dahı virdün bize ol huriyi çift ü halâlAndan dahı geçdi arzum azmüm sana kaçmağ içün
...şiirinin ozelliği...
Halk şairliğinin yanısıra dili, düşünceleri, işlediği konularla Anadolu'da gelişen Türk edebiyatının en büyük adlarından sayılan Yûnus Emre, yalnız halk ve tekke şiirini değil, divan şiirini de etkiledi, yaşarlığını çağlar boyu sürdürdü. Hece ve aruzla yazdığı şiirlerinde sevgiyi temel aldı. Tasavvufla, İslam düşüncesiyle beslenen dizelerinde insanın kendisiyle, nesnelerle, Allah'la ilişkilerini işledi, ölüm, doğum, yaşama bağlılık, İlahi adalet, insan sevgisi gibi konuları ele aldı. Çağına hâkim olan düşünüş biçimini ve kültürü konuşulan dille, yalın akıcı bir söyleyişle dile getirdi; kendinden önce yetişmiş
İran ozanlarının, çağdaşlarının yapıtlarında geçen kavramlara yeni bir öz, yeni bir deyiş kattı. Bu yanıyla tasavvuf düşüncesini zenginleştirdi, kendi adına bağlanan tekke şiirinin Anadolu'daki ilk temsilcilerindendir.

Türbesi

200 TL banknotu üzerinde Yunus Emre portresi
Meşhur seyyah Evliya Çelebi, Seyahatnamesi'nde Karaman'a gelişinden bahisle "Kirişçi Baba Caminde Yunus Emre Hazretleri merkadi (mezarı) bulunmaktadır. "Anın Türkice tasavvufane ebyat-ı eş'arı, ilahiyatı meshur-i afak'tır." diyerek Yunus Emre'nin türbesi, tekkesi ve zaviyesinden bahsetmektedir. Yunus Emre Camii Karamanoğulları dönemine ait Karaman Merkez Kirişçi Mahallesinde, kesme taştan, merkezi kubbeli bir yapıdır.Son cemaat yerinde dört sütun üzerinde, ortada oval, yanlar da yuvarlak kubbeler vardır.Kubbeye, içten dört köşede yarımşar kubbe ile geçilir.Stelaktitli alçı mihrabı, geometrik süs, kıvrık dal motifi ve nesih yazı ile dekore edilmiştir.Merkezi kubbenin sağında, iki kemer açıklıklı dikdörtgen planındaki zikir yerine, buradan da Yunus Emre'ye ait türbeye geçilir.Daha önce bir çok onarımla orjinalliği bozulan cami, 1994 yılında aslına uygun olarak yeniden restore edilmiştir.Yunus Emre Türbesi Karaman Merkez Kirişçi Mahallesinde Yunus Emre Cami bitişiğindedir. Türbenin cami içine iki, batıya da bir penceresi açılır. Türbe Yunus Emre Tekkesi ile birlikte Karaman oğlu devrinde yapılmıştır. Tamamen kesme taşla yapılmış, üzeri beşik tonoz örtülüdür. Türbenin içinde tahtadan işlemesiz olarak yapılmış 4 sanduka vardır. Kapıya göre sonda olan sanduka Yunus Emre'ye, 2. sanduka Tapduk Emre'ye, 3. sanduka Yunus Emre'nin oğluna, 4. sanduka da kızına aittir.Karaman'dan başka Yûnus Emre'nin mezarı olduğu iddia edilen pek çok mezar ve
türbe vardır. Bunlar;Eskişehir'in Mihalıççık ilçesine bağlı Sarıköy; Bursa; Aksaray ile Kırşehir arası; Ünye; Kula ile Salihli arasında Emre Sultan köyü; Erzurum, Duzcu köyü; Isparta'nın Gönen ilçesi; Afyon'un Sandıklı ilçesi; Sivas yakınında bir yol üstü. Ayrıca Tokat'ın Niksar ilçesinde de bulunmaktadır.Ayrıca, mutasavvıf Niyazi Mısri de Yunus Emre'nin mezarının (veya makamının) Limni Adası'nda bulunduğunu ifade etmiştir.

Eserleri

Divanı

Yunus Emre'nin şiirleri bu Divanda toplanmıştır. Şiirler aruz ölçüsüyle ve hece ölçüsüyle yazılmıştır.

Risaletü'n - Nushiyye
1307'de yazıldığı sanılmaktadır. Eser, mesnevi tarzında yazılmıştır ve 573 beyitten oluşmaktadır. Eser; dinî, tasavvufî, ahlakî bir kitaptır. "Öğütler kitabı" anlamına gelmektedir.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Yunus_Emre

Kayışzade Hafız Osman Efendi



KAYIŞZADE HAFIZ OSMAN EFENDİ

Kayışzade lakabıyla bilinen büyük hattat Hafız Osman, 1642 yılında İstanbul’da doğmuştur. Devrin hat üstadları Derviş Ali ve Soyulcuzade Eyyubi Mustafa Efendi’den hat dersleri ve icazet almıştır. Şeyh Hamdullah’ın yazısına yeni bir şekil verdiği için kendisine “İkinci Şeyh” manasına gelen “Şeyh-i Sani” denilmiştir. Pek çok Mushaf yazmıştır. İlk defa sülüs ve nesih hattıyla hilye kompoze ettiği bilinmektedir. Yetiştirdiği birçok hattat vardır; Yedikuleli Abdullah, Ağakapılı İsmail ve Yusuf Mehdi O’nun çizgisini devam ettiren talebelerindendir. Şevket Rado Türk Hattatları isimli eserinde Hafız Osman için şunları kaydeder: “Hafız Osman’ın parlak mevkilerde hiç gözü yoktu. Bir gün öğrencilerinden biri dersine gelmemişti. Dersten çıktıktan sonra yolda, Cerrahpaşa Hamamı civarında bu öğrencisine rastladı. Neden derse gelmediğini sordu. Makul bir sebeple gelmediğini öğrenince, hemen hayvanından indi ve yol kenarına oturarak dersini oracıkta verdi.”Hafız Osman bir gün kendisine çok değer veren sadrazamın huzuruna çıkmıştı. Beraberinde hocası Soyulcuzade Mustafa Eyyubi Efendi de vardı. Sadrazam, Hafız Osman’a birçok iltifat ettikten sonra kendisi için bir Mushaf yazmasını rica etti ve –“Üstadınız kimdir?” diye sordu. Kayışzade Osman Efendi: -“Efendi Hazretlerinden mezunum” diyerek yanı başındaki Soyulcuzade’yi gösterdi. Soyulcuzade bundan o kadar memnun oldu ki dışarı çıktıkları zaman Osman Efendinin alnından öpüp hayır dualar etti.Kayışzade Hafız Osman daha hayatta iken yazıları aranan, bedestende yapılan artırmalı satışlarda çok rağbet gören hatların sahibi idi. O’nun her yazısı yüksek fiyatlara satılıyordu. Bir gün Beşiktaş’tan bir dolmuş kayığa binip Üsküdar’a geçiyordu. Kayık iskeleye yanaşınca müşteriler paralarını çıkarıp vermeye başladılar. Hafız Osman üstünü arayıp para bulamayınca kayıkçıya döndü: -“Hemşeri, benim param yok, sana bir “Vav” yazıvereyim olmaz mı?” dedi. Kayıkçı homurdanarak: -“Paran yoktu da ne diye bindin kayığa? Senin yazacağın vavı ne yapayım ben?” dedi. –“Satarsın” dedi Hafız Osman ve hemen imzalı bir vav yazıp kayıkçıya uzattı. Günün birinde kayıkçının yolu Bedesten’e düştü. Baktı ki kargacık burgacık yazılar, karalamalar mezat edip duruluyor. Hatırlayıp cebinden vavı çıkardı, Tellal –“Hafız Osman Vav’ı...” dedikçe fiyat durmadan arttı. Kayıkçı hiç ummadığı kadar para kazanınca pek sevindi. Bir gün yine Hafız Osman’ı kayığına binmiş gören kayıkçı: -“Para istemez hoca, sen yine bir vav yazıver ban...” deyince Hafız Osman: -“Hemşeri, o vav her zaman yazılmaz, sen al paranı” diye cevap verir.Hayatını Kur’an-ı Kerim yazarak geçiren Kayışzade Hafız Osman, 1698 yılında (H.1110) bir Ramazan gecesi, teravih namazı kıldırırken rükua vardığı sırada İstanbul’da vefat etti. Kabri, Kocamustafapaşa’daki Sümbül Efendi Dergahı Kabristanındadır.O, devrin padişahlarına bile hat hocalığı yaparken bile bir gurura, kibre kapılmamış, kısa bir sürede eriştiği şöhrete rağmen tevazu ve teslimiyetle yaşamıştı. Kırk iki yaşındayken yazdığı bir Mushaf-ı Şerif sadece Osmanlı Devleti sınırları içinde değil, diğer İslam ülkelerinde de defalarca basılmıştır.

http://sufiyane.blogcu.com/

Nâ’ilî



NÂ'İLÎ

Nâ’ilî, (.. - 1666) XVII. yüzyılın ilk yarısında yaşıyan, şöhretininin zirvesine Sultan İbrahim zamanında erişen, ünlü bir Türk divan şairidir.
Asıl adı Mustafa olup ve en geniş surette Pirizade Mustafa Naili Çelebi olarak da anılmaktadır. Türk edebiyat tarihi ve edebî eser antalojilerinde ise 19. yüzyılda yaşamış ve yine Naili mahlasını kullanan
Manastır'lı Naili den ayırd edilebilmek için 'kadim (eski)' sıfatı kullanılmakta ve ismi Nail-i Kadim olarak verilmektedir.

Hayatı

Doğum tarihi bilinmemektedir ama İstanbul doğumludur. Hayatı hakkındaki bilgilerimiz diğer Türk divan şairlerine nazaran çok sınırlıdır. Görünüşü ufak tefek ve zayıf bünyeli bir kişi olduğu söylenmektedir. Anne ve babasını delikanlılık çağına yaklaştığı sıralarda kaybetmiştir. Devlet memuru olarak Divan-i Hümayûn katibi ve maden baş halifesi olarak ödev yapmış olduğu bilinmektedir. Ömrünün sonuna doğru, Köprülüzade Fazıl Ahmed Paşa'nın sadrazamlığı döneminde Edirne'ye sürgüne gönderilmiştir. Edirne'de hazirladığı Naat eseri sırasında 55 yaşında olduğu bilinmektedir. Sonradan bağışlanarak İstanbul'a dönmüştür. Miladî 1666 (hicri 1077) de İstanbul'da ölmüştür.
XVII. asrın en büyük şairlerinden olan Nâ’ilî, ister kendine özgü şiir üslubu, isterse de ince, zarif ve süslü şiir diliyle zamanındaki şairlerden ayrılır. Sebk-i Hindî üslubuyla şiirler veren şair, hemen hemen bu tarzın özelliklerini yansıtmış ve bu nedenle de bu üslubun en belirgin temsilcisi olarak anılmaktadır. Bazen kendisinden önceki şairlerin etkisinde kaldığı görülürse de, sonraki şairleri etkilediği de bilinmektedir. Genellikle gazelleriyle ün kazandığını söyleyebiliriz. Fakat gazellerinin yanı sıra meşhur kaside, müseddes ve diğer şiir türleriyle söylemiş olduğu şiirlerden de söz etmemiz mümkündür. Nâ’ilî, Türk edebiyatında adı büyük şairlerle birlikte zikredilen bir sanatkârdır.
Araştırmacılar, Nâ’ilî’den söz edildiği zaman onun şiirde yeni bir çığır açtığını, daha önce görülmeyen bir üslup kullandığını söylemektedirler. Bu şiir üslubu XVII. asır şairlerinin hemen hemen hepsinde görülmekte olan, kendisinde genellikle bu dönem şiirinde görülen incelik ve nezaket, anlam derinliği, hayal genişliği ihtiva eden Sebk-i Hindî üslubudur. Nâ’ilî de, devrinin şairleri gibi bu üslubun tüm özelliklerini şiirinde aksettirmiştir. Çalışmamızda da onun şiirlerinden örneklerle bu üslubun esas özelliklerini açıklamak fikrindeyiz. Nâ’ilî’nin, ölümünden sekiz-on yıl önce kendisinin tertiplemiş olduğu bir divanı vardır. Hayatı hakkında az çok bilgi de genel olarak şiirlerinden çıkarılmış bilgilerdir. Nâ’ilî Divanı 1837 (1253) yılında Mısır’da Bulak matbaasında basılmıştır. Fakat bu baskıda divanın tamamı yoktur. Kasideler, rubai ve kıt’alar, tarihler, şarkılar ve kardeşinin ölümüne yazmış olduğu mersiye yoktur; yalnız gazeller ve müseddesler alınmıştır. Ve de gazelleri de eksiktir. Divanının ikinci baskısı Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Dr. Haluk İpekten’in hazırlığıyla yapılmıştır. 31 yazma arasından seçilen sekiz nüshanın karşılaştırılması sonucu hazırlanan bu baskıda 4413 beyit tutan 2 münacat, 1 terkib bend, 4 müseddes, 1 tahmis, 390 gazel, 1 müstezad, 18 kıt’a, 8 rubai, 11 şarkı ve 6 tarih vardır. Divanın başındaki dini şiirler ve övgüler, birkaçı dışında kaside nazım şekliyle yazılmıştır. Nâ’ilî, Sultan IV. Murad’a 4, Sadrâzam Kemân-keş Kara Mustafa Paşa, Hezârpâre Ahmed Paşa, Sultanzâde Mehmet Paşa, Sofu Mehmet paşalara birer, Salih Paşa’ya 3, Fâzıl Ahmet Paşa’ya 2, Şeyhülislam Yahya Efendi ve Mehmet Emin Sûn’îzâde ile İsmâil Paşa, Yusuf Paşa, Mehmet Paşa, Rûznameci İbrahim Efendi, Reisülküttab Şâmizade Mehmet Efendi’ye birer kaside söylemiştir. Gazelleri genellikle beş beyitlidir. 390 gazelin 245’i beş, 60 gazel altı ve 51 gazel de daha çok beyitlidir . Divandaki terci bend şeklinde yazılmış meşhur bir mersiye vardır ki, o da genç yaşta ölen erkek kardeşi içindir. Nâ’ilî, ilahi nazım şekliyle de şiirler yazmıştır. Aynı zamanda Nâkibüleşraf Kutsîzâde Efendi, Şeyhülislam Yahya Efendi ve Nef’î için gazellerinin mahlas beytinden sonra birkaç beyit eklemek suretiyle müzeyyel gazeller yazmıştır. Türk edebiyatında ilk kez şarkı yazan şair de Nâ’ilî’dir. Divanında yukarıda da söylenildiği gibi 11 şarkısı vardır. Genel olarak ağır ve ağdalı şiir diliyle seçilen Nâ’ilî, şarkılarında sade bir Türkçe kullanmıştır. Nâ’ilî divanı, 1970’de İstanbul’da, 1990’da Ankara’da yine de Haluk İpekten tarafından hazırlanarak tekrar basılmıştır. Buraya kadar söylenilenler Nâ’ilî’nin divanı ve işlemiş olduğu nazım türleri, dolayısıyla Nâ’ilî şiirinin tekniği hakkındaydı. Şimdi de onun şiir dili, konusu ve üslubu hakkında birkaç kelime söylemek niyetindeyiz. Nâ’ilî, Divan şiirimizde Fuzûli, Bâki, Nef’i gibi büyük şairlerle sona eren İran şiirini taklit devresinden sonra başlayan millileşme-mahallileşme, İran şiiri ile boy ölçüşme devrinin şairlerindendir. Nâ’ilî’nin bir şair olarak yetişmesinde birçok şairin etkisi olmuştur. Kasidelerindeki övünme ve mübalağalı edasıyla Nef’i tesiri açıkça görülmektedir. Çağdaşlarından Bahâi, Neşâti, İsmeti gibi şairlerden etkilendiği söylenebilir. Fakat bunların yanı sıra İran şairi Kelîm-i Kâşâni’den de etkilendiği olmuştur. Aynı zamanda Nâ’ilî’nin de ister kendi zamanında, isterse de sonraları etkisi altında kalmış, hatta taklidini bile yapan şairler olmuştur. Zamanında Cevri, Vecdi, Fehim-i Kadim, Fasih gibi şairler tarafından taklit edildiği gibi, daha sonraki yüzyılda Nedim ve Şeyh Galip üzerinde de tesirleri vardır. Nedim’de bu, Nâ’ilî’ye nazire olan şarkılarında üslup ve eda benzerliği ile ortaya çıkar. Şeyh Galip ise bu tesirlerin sonucu olarak Sebk-i Hindî’yi mükemmel bir şekle getirir. Tanzimat’tan sonra Leskofçalı Galip, Hersekli Arif Hikmet, Yenişehirli Avni Nâ’ilî’yi üstat kabul etmişlerdir. O dönemde Yahya Kemal ve başkaları tarafından başlatmak istenilen neo-klasisizm akımının da temelinde Nâ’ilî durmaktadır. Nâ’ilî’nin kasidelerinde Nef’i tesiri varsa da, bu kasideler dili ile onlardan seçilmektedir. Nâ’ilî’nin üslubu onun gibi yüksek perdeden ve pervasızca değil, ince ve zariftir. Nâ’ilî, Yahya Kemal’in Fransız şiirinden aktardığı “halis şiir”, “öz şiir” (poesie pure) kavramında ifade edildiği gibi musikiyi andıran ahenk cümle ve mısraların peşindedir. Sözün kısa ve net söylenilmesi, dolayısıyla az sözle çok şey ifade etmek çabası her zaman ön planda olmuştur. Ondan dolayıdır ki, Nâ’ilî gazellerinde beyit sayısı az ve aynı zamanda beytin anlamı oldukça dolgundur. Beyitler arasındaki sadece gizli ve manevi bağ, Nâ’ilî’nin tek kelimenin arkasında gizlenmiş olan bir hikâye anlatmak gücünden ortaya çıkmıştır. Onda sözün kısa ve dolgun olmasına olan merak, Sebk-i Hindî tesirinden de oluşan yeni zincirleme tamlamaların, yeni kelimelerin meydana gelmesine neden olmuştur. Buysa onun şiirlerinin bazen okuyucu tarafından zor anlaşılmasına ve hatta beytin anlamının yalnız şairin kendine belli olduğuna inanç yaratmıştır. Dili ağır, ağdalı olmakla yanı sıra süslü ve bediidir, diyebiliriz. Bu, Nâ’ilî’nin sanatkârlığını gösterir. Çünkü söz sanatkârının ortaya çıkardığı şiirde zahirde bir, batinde diğer bir mananın olması, onun nasıl büyük bir sanatkâr olduğunu ispatlar. Nâ’ilî, kendisine kadar klişeleşmiş mazmunları terk ederek yeni mazmunlar bulmaya çalışmıştır. Sadece ince ve girift hayallerle gelişen mana oyunlarını sever. Bundan dolayıdır ki, Nâ’ilî şiirinde orijinal ifade tarzı ortaya çıkar. Gerek ahenk, gerekse söz güzelliği bakımından Nâ’ilî, başkalarından seçilir. Her kelimesini titizlikle seçen, tartılı, ölçülü, tek kelimeyle ifade etmiş olursak, yerli yerinde kullanan bir sanatkârdır. Onun dili ve üslubunda bir eksiklik veya fazlalık kolay kolay bulunamaz. Ve belki de bu özelliğinin sonucudur ki, Nâ’ilî şiirleri, bugünlere kadar hafızalarda korunmaktadır. Diğer bir Sebk-i Hindî özelliği olan şiirde sözden çok anlam derinliğine ehemmiyet verme Nâ’ilî’de fazla görülmektedir. Az sözle çok şey ifade etmek çabası da bundandır. Bu şiirlerde anlamın derin, girift olmasıyla yanı sıra hayal genişliği de ortadadır. Aynı zamanda üslubun özelliklerinden mübalağa ve tezat sanatlarının da bol bol kullanılması vardır. Ve tüm bunlar ağır dilli şiirlerin ortaya çıkmasına neden sayılmaktadır. Nâ’ilî şiirlerinde “ben” zamirini bazen dolayısıyla, bazen de dosdoğru kullanmıştır. Ayrıca kasidelerindeki nesiplerin çoğu da fahriyedir. Bazen konu aralarında kendisinden bile söz edildiği görülebilir. Bütün bu hususiyetler, şiirde ferdi duygu ve düşüncelerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Şiir artık şairin his ve isteğine bağlı olarak şekillenmeğe doğru ilerlemiştir. Bu da şiirde “şahsileşme”yi oluşturmuştur. Demek ki, günümüzde ortaya çıkan yeni akımların da temelinde insanın iç dünyasının, psikolojisinin, kendi düşünce ve zekâsının, his ve heyecanının şiire yansıtılmasıyla Sebk-i Hindî vardır. İnsanın iç dünyasının ortaya çıkarılması sonucu onun ruhunun ızdırapları dile getirilmiştir. Dolayısıyla ızdırap, şiirin esas konusu haline gelmiştir. Fakat bu, Nâ’ilî’de sadece temsil ettiği üslubun talebi olarak ortaya çıkmaz. Bu özellik, şaire kendisinin yakınmalarını söylemek için bir fırsat olmuştur. Zayıf ve hastalıklı bünyeye sahip olması, mesleğinde kalem Halifeliğinden ileri gidememesi, üstelik ömrünün sonlarına doğru İstanbul’dan uzaklaştırılması gibi nedenlerle yaşamış olduğu keder ve ızdıraplar dosdoğru şiire yansımış ve üslup gereği mükemmel bir şekilde ifade edilmiştir. Iztırap söz konusu olunca da söz sanatlarından mübalağa ortaya çıkmış ve bütün Sebk-i Hindî temsilcileri gibi Nâ’ilî de bu sanatdan aşırı derecede istifade etmiştir. Hatta beytin bazen anlaşılmaz duruma geldiği de görülür. Bu fikirleri kullanmış olduğu tezat sanatı hakkında da söyleyebiliriz. Yukarıda söylenenlerin yanı sıra Nâ’ilî şiirinde esas konu aşktır. Bu aşk tasavvufidir. Yani, Sebk-i Hindî üslubunun ayrıca bir özelliği olan tasavvufun şiir konusu olması Nâ’ilî’de de açık açık görülmektedir. Fakat bu şiirlerde tasavvuf gerçek bir mutasavvıfın ele aldığı tasavvuf değil, yalnız güzel, vazgeçilmez şiir konusu olarak ele alınan tasavvuftur. Nâ’ilî’nin gazellerini okuduğumuz zaman, onun gerçek bir mutasavvıf olamadığından zaman zaman yakınmalarını dile getirmekle umutsuzluğa kapıldığını görebiliyoruz. Nâ’ilî, tasavvufu yalnız gazellerinde ve müseddeslerinde ele alır. Nâ’ilî’nin edebi kişiliğini birkaç cümleyle ifade etmek istersek, şunları söyleyebiliriz: Nâ’ilî’nin şiiri, yeni kavramların, zincirleme tamlamaların kullanılmasıyla orijinal, renkli ve ince hayallerle zengindir. Nâ’ilî, soyut kavramlarla somut kavramların birleştirilmesi, hiç söylenmemiş, bakir mana arayışı, dil zenginliği, mübalağanın fazla kullanılması, hayal genişliği, anlam derinliği, az sözle çok şey ifade etme çabası gibi özelliklerle Sebk-i Hindî üslubunun en önemli temsilcisidir.

Edebî Kişiliği

Yaşadığı devrin padişahı olan Sultan İbrahim'den çok, sadrazam ve devrin diğer önemli devlet adamlarina kasideler yazmıştır. Ancak kendisine şöhret sağlayan eserleri gazel türünde verdiği başarılı örneklerdir.
Nâilî'nin
Halvetî tarikatina girdiği hakkında deliller bulunmaktadır. Buna rağmen Nailî'nin şiirlerinde tasavvufun etkisi pek az görülür ve rahatça Nailî'nin mutasavvıf bir şair olmadığı yargısına varmak doğru olacaktır.
Nâili'nin eserlerinde etkisi görülen şairler, çağdaşı olan
Nefî ile Neşatî başta olmak üzere Şeyhülislam Yahya, Şeyhülislam Bahâî, Tıflî, Vecdî gibi şairlerdir. Nâilî'yi etkileyen yabancı şair ise İranlı Şevket'tir.
Ancak Nâilî'yi bir taklitçi olarak incelemek yanlış olacaktır. Onu yeni çığır açmış, yeni yollarda ifadeler bulmuş büyük şairler arasında anmak gerekmektedir. İranlıların
Sebk-i Hindî adını verdikleri şiir tarzının ve akımının Türk edebiyatinda en başarılı temsilcisidir. Bu gerçek onun hem tümü ile Farsi dili ile yazılan edebiyatı (yani bugünkü İran, Afganistan, Pakistan ve Hindistan'daki Acemce) ve hem de özellikle zamanının İran şiirini çok yakından bilip incelediğini göstermektedir.
Son nesillerin görüşlerine göre, Nâilî'nin biraz ifrata kaçtığı ve ifadesinin anlaşılmaz şekiller aldığını söylemek gerekecektir. Ama Nâilî'nin zamanının şair ve şiirlerine göre topluma dönük bir şair olduğu açıkca görülmektedir. Ancak seçtiği akım (
Sebk-i Hindî) ve bir devlet memuru olarak hayat yaşantısı böyle şiirleri başarılı olarak yazmasına engel olmuştur denilebilir. Ancak eski nesiller Nâilî'nin uslubunu 'ortayı bulma (münakkahiyet)', yani bir fikrin en uygun sözlerle ve gereksiz sözcüklerden arındırılarak, özlü ve ahenkli ifade edilmesi, nedeni ile beğenip takdir etmişlerdir. Gerçekten Nâilî'nin uslubu ince, temiz ve güçlüdür ve orijinal, ince, zarif hayallerle süslüdur. Sözü uzatmayıp özlü ve veciz bir ifade kullanmaya dikkat eder. Örneğin, gazellerini genellikle 5, 6 beyitte kesmiş, sanat düşkünlüğü dolayısı ile uzun ifadelere girişmemiştir. Şiirlerinin ahengi de beğenilmiştir. Buna rağmen, Muallim Naci'nin dediği gibi, "sözü güzel, fakat külfetli" olan Nâilî halk zevkinden ve halk dilinden çok uzakta kalmıştır.
Nâilî soyutlamaları ve ahenkli veciz ifadeleri ile kendisinden sonra gelen Divan şiiri ustaları olan
Nedim ve Şeyh Galibe büyük etkiler yapmıştır.

Başlıca eseri

Başlıca eseri Nâil-î Kadim Divanı'dır. Bu eserin yeni Türkçe yazılı ve açıklamalı kritik edisyonu Dr. Haluk İpektan tarafından yayımlanmıştır. Nâili'nin hayatı ve edebî kişiliği de Dr.Haluk İpektan tarafından yazılan "Nail-i Kadim: Hayatı ve Edebî Kişiliği" adlı kitapta incelenmektedir.

Eserlerinden örnek

Bir gazel - 'giderüz' redifli
Hevâ-yi aşka uyub kûy-i yara dek giderüz
Nesîm-i subha refikiz bahâra dek giderüz
Pelâs-pâre-i rindî be-dûş u kâse be-kef
Zekât-ı mey verilür bir diyâra dek giderüz
Tarîk- fâkada hem-kefş olub Senaî'ye
Cenâb-ı Külhani-i Lây-hâra dek giderüz
Verüb tezelzül-i Mansur'u sâk-ı arşa tamam
Hudâ Hudâ diyerek pâ-yı dâra dek giderüz
Ederse kand-ı lebün hâtır-ı mezâka hutûr
Diyâr-ı Mısr'a değil Kandehâr'a dek giderüz
Felek girerse kef-i Nâiliye dâmânun
Senünle mahkeme-i Kirdigâr'a dek giderüz

Bir kasideden
Mecrûh idik Allah bilür tir-i cefâdan
Bin güşe görürdük ham-i ebrû-yı Kazâdan
Sâzin yere çalmışdı görüp meclisi hâli
Nâhid-i felek zemzeme-i gûş-resâdan

http://tr.wikipedia.org/wiki/Naili